1 Şubat 2012 Çarşamba

KÖTÜ YÖNETİMİN DEONTOLOJİSİ

KÖTÜ YÖNETİMİN DEONTOLOJİSİ Tarihin hemen her döneminde, kamu yönetimlerini eleştirenlerin temel hareket noktasında ya da eleştirilerin odağında, kötü yönetim (maladministration) olgusu bulunmaktadır. Bireyler, sivil toplum örgütleri, özel sektör ve diğer toplumsal aktörler, çeşitli nedenlerle kamu yönetiminden yakınmakta ve onun hakkında genellikle olumsuz düşünceler taşımaktadır. Kamu yönetimindeki en üst düzey yöneticiden, hiyerarşinin en altında yer alan memura kadar tüm çalışanlar, yapılan bu eleştirilerden nasiplerini almaktadırlar. Kamu yönetimi uygulamalarında görülen, adaletsizlik, mevzuatı uygulamada başarısızlık, yasa ve yönetmelikleri ihlal, gecikme, hata, yetkinin ve takdir yetkisinin kötüye kullanımı, nezaket eksikliği, baskı, görmezden gelme, ihmal, yetersiz araştırma ve soruşturma, taraf tutma, iletişim kopukluğu, kabalık, haksızlık, keyfilik, kibir, verimsizlik, ayrımcılık, dikkatsizlik gibi durumlar kötü yönetim olgusunu tanımlamada kullanılmaktadır. Kötü yönetim, yasaları çiğnemeyi, etik ilkeleri bir kenara atmayı, sonucu suç teşkil etmesine rağmen bazı davranışları meşru göstermeyi, sahtekârlığı, kayırmayı, ehil olmayan kişilere iş gördürmeyi, rüşvet ve iş karşılığı komisyon aldırmayı kapsamaktadır.(1) Bazı katı hiyerarşik yapılanmalarda özellikle ordu ve polis teşkilatı örneğinde sıkça rastlanılan bazı kötü yönetim uygulamalarından örnek verecek olursak, yönetici konumundaki kişi takdir hakkı ya da lüzumu üzerine bazı uygulamalarda bulunabilmekte ve bu uygulamaların sorgulanması hatta irdelenmesi, düşünülmesi bile “suç” olarak nitelenen kutsal bir olguya ve tabuya kolayca dönüşebilmektedir. Kıdem ve liyakat unsurlarının kavramsal olarak ne ifade ettiğini kısaca hatırlamak gerekir ki aşağıdaki açıklamalar zihnimizde tam anlamıyla ne anlatmak istediğimiz tam olarak anlaşılabilsin. Kıdem, özellikle askeri ve üniforma ile görev yapan pek çok sivil kurum ve kuruluşun temel taşı, geçmişi yüzyıllara dayanan bir ölçüdür. Kıdem ve liyakat çoğu kez birlikte anılır ve değerlendirilir. Aslında kıdem bir rütbede geçen fiili çalışma süresini, liyakat ise personelin çalışırken aldığı sicil, ödül, takdirname, eğitim ve öğretimle kazanılan bilgi, beceri davranışlar ile geçmiş hizmetlerinde almış olduğu cezalar, geçirdiği ve devam eden soruşturmaların niteliğine göre belirlenecek TERFİ YETERLİLİĞİNİ ifade eder. Hizmetin yürütülmesinde, amir memur, ast üst ilişkilerinde, yetki, görev ve sorumlulukların belirlenmesinde, hiyerarşi uygulamalarında rütbe, meslek dereceleri ve görev unvanları esas alınır. Üst rütbe, meslek derecesi ve görev unvanlarına atanabilmenin sözde ön koşulu ise KIDEM ve LİYAKAT’ tır. Bu sorunu örgüt içindeki huzursuzluğun kaynağı olarak irdeleyecek olursak. Somut veriler üzerinden, bu türden yöneticiler kalıp olarak az çok fark göstermekle birlikte aynı türden benzer uygulamalar sergilemektedirler. Şöyle ki yönetici yasa, tüzük, yönetmelik, tamim, genelge vb. resmi kurallar ile teamülleri hiçe sayarak sırf inisiyatif kullanma kılıfı ve taktir yetkisi gibi zorlama yorumlarla kıdem ve liyakat ölçütlerini hiçe sayarak tamamen keyfi uygulamalara gidebilmektedirler. Kötü yönetici genellikle kadrosunda yeteri kadar kıdemli ve liyakatli ehil kadrolar varken bazı nedenlerden dolayı bu türden kişilerin ilgili makamlarda yani şubelerde görevlendirilmesinden imtina ederler ve bu görevlerin daha alt rütbelerdeki astlar marifeti ile vekâleten yürütülmesini isterler. Bunun ana nedeni işinin ehli yetişmiş gerekli kıdem ve liyakate sahip görevin tevdi edilmesi gereken personele değil de vekâleten ast rütbedeki ehil olmayan kıdemsiz ve liyakatsiz personel eliyle iş ve hizmetlerin yürütülmesi mevzuu iyi niyetli olmayan ileriye dönük olarak planlanmış daha sonradan isteyeceği mevzuata uygun olmayan kirli ve usulsüz işlerin yaptırılmasında gösterilecek dinencin kırılması noktasında kendisine mutlak itaat ve kapıkulu zihniyeti ile her türlü usulsüzlüğe kolayca evet diyebilecek fırsat yoksulu, karaktersiz ve ahlaksız orta kademe yöneticisi tercihidir. Bu tercihler şüphesiz sadece bir birim için geçerli olmayacağından bu türden uygulamalar sonucunda birçok birim yukarıda açıklanan gerekçelerle doldurulacak, bunun doğal sonucu olarak ta elde birikmiş bulunan çok sayıda kıdemli ve liyakat ehli personele suya sabuna dokunulmayacak yerlerde sözde görevler uydurularak bu tür vatanperver ve iyi yetişmiş personel atıl halde sistemin işleyişini kötü yöneticinin aleyhine bozmayacak şekilde konfugüre edilerek usülsüzlük ve kötüye kullanımın boyutları inanılmaz derecede artarak devam edecektir. Hatta mümkünse bu tür liyakat kesbeden personel hizmet binasından uzakta eklenti sayılabileck bir binada ana binadan uzakta kötü niyetli yönetici tarafından ihdas edilen sözde mekanlarda tutularak dönen bir takım dolaplardan bi haber olması için gerekli zemin yaratılmış olacaktır ki, iş ve işlemler hakkında gerekli duyumlarda bulunulmasının önüne geçilebilsin. Kötü ve art niyetli yönetici kıdem ve liyakat sahibi orta öve üst kademe yöneticilerine yapılan zulüm bununla da kalmayacak, üç-beş metrekare yetersiz ve fiziken en kötü durumda bulunan odalar yer olarak gösterilecek,en eski ve hurda mefruşat ve malzemeler layık görülecek,daha önceden eş görev yapan ve atama nedeniyle başka bir ile giden yöneticinin kullandığı tüm imkanlar hizmet aracı dahi alınarak kıdem rütbe ve makamca çok küçük ehil olmayan vekaleten görevlendirilen personele verilerek sistematik baskı,taciz ve yıldırma zulmü ayyuka çıkararak tecrit ve işkencenin şiddetini arttıracaktır. Görevin gerektirdiği kıdem ve liyakatten uzak vekâleten göreve atanan personel ise rol çalmanın,makam ve mevki aparmanın,kendisinin gerçekten de mühim insan olduğu yanılsamasının vermiş olduğu yalancı hazzın doruklarında gezinirken kendisine tanınan bu pozitif ayrımcılığın farkında lığında olduğu için sahibine karşı son derece mutlak itaat içerisinde üstleneceği pis ve usulsüz işler için gerekli kıvama gelmiş olarak hazır olda verilecek her türlü usulsüz iş ve eylemi büyük bir iştahla yapmaya amade bir tarzda kitabına uydurmak için bin bir türlü hinliğin ve hainliğin ürkütücü borsa matematiğinin hesaplarını yapacaktır. Kötü yönetici sadece bununla yetinmeyecektir şüphesiz. Kendi insiyatifi ile usülsüz olarak şekillendirdiği ve oluşturduğu sözde ekibiyle sürekli yakın temas içinde bulunarak negatif dayanışmasının birlik ve beraberliği için sürekli toplantılar yemekler vb. etkinlikler düzenleyerek sistemin dışına attığı gerçekten işinin ehli olan,gerekli kıdem ve liyatı kesbetmiş yüksek seciye,karakter ve vatan sevgisiyle bezenmiş personele ise bu tür halkanın dışında tutarak mesaj verecek ve sistematik olarak itibarsızlaştırma operasyonlarını da başarıyla yöneterek tüm örgüte bu durumu örtülü olarak ileterek, adeta “Benim adamım bunlar,diğerlerini kale almayın” diyerek hiyararşik yapıya tecavüz edecek ve tüm örgüte sonradan giderilmesi ve telafisi çok zor fitne tohumlarını maharetle serpecektir. Örgütün tüm yapısı bu mesajı çok iyi algılayacagından sitematik olarak dışlanmış ve itibarsızlaştırılmış orta ve üst kademe yöneticisi konumundaki liyakatli personel her türlü görev ifasında son derece zorlanacak ve ehil olmayan mevcut durumda ve ileride işlenebileck her türlü pis işlerin azad kabul etmez köleleri olarak vasıflandırılabilecek astlar ise bu ortamdan yeteri kadar istifade ederek son derece şımarmış olarak pervasızca hareket ederek örgüt hiyerarşisini tepetaklak getirecek şekilde hal ve davranış sergilemeye başlayacaklardır ki işte bahse konu örgüt için kaçınılmaz sonun geldiği başlangıç ta işte budur. Kötü yönetici ise bununla yetinmeyerek usulsüz ve kirli iş ve işlemlerini kitabına uydurarak yapılmasını, kesinlikle geride iz ve emare bırakılmaması için son derece titiz ve dikkatli olunması konusunda sürekli hatırlatmalarda bulunacak, bu kişiler içinde yapılan işlerle ilgili tereddüdü olan ve iyi niyetle, ileride başıma iş alabiliriyim düşüncesiyle belge ve evrak üzerinde hassas olan ve mesajı alamayan safdillerde bu süreçte yine kurban olarak seçilecek ve AVANAK ve SALAK olmakla itham edilerek görev yerleri değiştirilerek etkisizleştirilmişler kervanına katılacaklardır. Bu arada mutlak itaat içerisinde bulunan kötü yöneticiye yandaş ve karaktersiz ,yalaka güruhu yönetici durumunda icat edilmiş,kendilerine her türlü teamüle karşı usülsüz görev ve yetki verilmiş olanlar ise doğal olarak kötü yönetici tarafından yine teamüllere aykırı ve usulsüz olarak her dönem cömertçe nemalandırılacaktır ki negatif dayanışmanın küçük meyveleri olarak kendilerine döndüklerini gördükçe gemiyi iyice azıya alacaklar ve örgütteki ayrışma, kin ve nefret tohumları tahmin bile edilemeyecek boyutlara ulaşacaktır. Kötü yönetici eğer herhangi bir nedenden dolayı başka bir birime veya merkeze alınırsa yeni gelen yöneticiye mükemmel bir sistem kurduğunu bu (saadet) çarkını bozmaması gerektiği hususunda aşırı ısrarcı olacağı gibi aradan zaman geçmesine rağmen elini ayağını eski kadrosundan çekmeyerek her fiili durumda müdahale hakkının kendi uhdesinde saklı olduğu gibi bir densizlik ve pervasızlık cesaretini gösterecektir. Bunu sırf geriye dönük hesapların bozulabileceği ve yaptığı usulsüzlüğün doğru kişiler tarafından deşifre edileceği korkusundan başka ne olabilir ki? Bu durum da en azından yeni yöneticinin zekâsına hakaret olarak algılanabilecekken ve başkasının iradesine ipotek konulmasının ne anlama geldiğini idrakten vareste bir durum olduğunu bile bile… Sözün özü olarak diyebiliriz ki; Meslek yaşamındaki rekabet, çıkarsal dostluklar, mevki-makam saygınlığı, sürekli aranan kişi olmak, yapay ilişkiler… Tüm bunlar geride kalacak kendinizi gerçeklerle yüz yüze bulacak, kendinizi daha yakından tanımaya çalışacaksınız. Ve buradan kimin dost olduğunu daha rahat göreceksiniz. Nihayet, KRAL ÇIPLAKTIR. Hani o söz var ya onu sıkça söyleyeceksiniz: “kim olduğun önemli değil, arkanızda kimin olduğu önemlidir.” Sevgi,saygı,samimiyet,yardımlaşma,dayanışma,paylaşma olarak nitelendirilen toplumsal ortak paydaların törpülendiği,bencillik yanında diplomasi ve politik olmanın ön plana geçtiği bir arenanın bizi beklediğini çok geç anlamanın vermiş olduğu küskünlük ve kızgınlıkla en verimli yaşam anlarımızın elimizden kayıp gittiğine tanık olduk. Mevzuyu bilimsel ortamdan alarak pratik örneklerle somut hale getirmeye gerek olmadığını düşünerek sizlerin basiret ve vicdanlarına havale etmeyi uygun buluyorum. Derinler her şeyi kaydediyor, hesaplaşma keskin olacak. Esen ve dostça kalınız değerli meslektaşlarım. (1)KAYNAK: Doç. Dr. Musa EKEN Yrd. Doç. Dr. Ferruh TUZCUOĞLU Sakarya Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi

22 Eylül 2011 Perşembe

GÜCE TAPINMA


Psikologlar ve toplumbilimciler, 'güce tapınmaktan' kaynaklanan bu durumu 'Stockholm Sendromu' olarak adlandırdılar. Vardıkları sonuca göre, uzun süre baskı altında yaşayan ve şiddet gören birey, zamanla bu durumu kanıksıyor...

'Gücü' kutsuyor ve o gücü uygulayanın tutsağı haline geliyor. Gustav Flodberg, savını tam da bu noktadan başlatıyordu. Ona göre, "Stockholm Sendromu" toplumlarda da görülüyor. Üstelik bu kuramın belirtilerine Yunan mitolojisindeki tanrılar savaşında da rastlamak mümkün. Almanya'da Hitler'in iktidara gelmesinde 'güce tapınmanın' etkisi var. Birçok diktatör, bu yüzden halkın desteğini de alarak uzun süre iktidarda kalabildi. Ancak bu sendrom, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra belirgin olarak ortaya çıktı. Günümüzde de ülkelerindeki sosyal ve ekonomik sorunları çözemeyen iktidarlar, demokrasi geleneklerini boş vererek kolaylıkla 'otoriter'liğe yöneliyor. 'Kurtarıcı' arayışındaki kitleler de onların peşinden sürükleniyor. Baskı altındaki toplumlar, bir süre sonra baskıyı uygulayanın üstünlüğüne inanıyor ve ona bağlanıyor. Dış dünyadan soyutlanan birey, kendisini çekip çevirecek 'otoriter lider' arıyor. 'Stockholm Sendromu'nun izlerini, günlük yaşamda, dinin ve tarikatların baskısı altındaki toplumlarda, savaş esirlerinde, cinsel tacize ve aile içinde şiddete uğrayanlarda da görmek mümkün.

Katılırsınız, katılmazsınız Gustav Flodberg böyle diyor..."

11 Ekim 2010 Pazartesi

YARATICI DÜŞÜNCE


Yaratıcı düşünme potansiyeli hepimizde var olan bir olgudur. Ancak bazı kişiler onunla el sıkışmakta geç kalmış olabilir. Yaratıcı düşünce her zaman ok atmaya hazır olarak duran gerili bir yay gibidir. Eğer biz bunun farkına varmaz ve oku içine yerleştirip hedefe (nişan alıp) atmazsak, hiçbir zaman yaratıcı düşüncemizi uyandıramama sıkıntısı ile baş başa kalabiliriz. Bunu uyandırılabilmek için zekâya ve meraka gereksinim vardır.

Elbette yaratıcı düşünme çok kolay bir yolculuk değildir. Ancak hayat sürekli bu gözle koklanırsa ve gözlemlenirse kazanılacak olan bu özellik ile yapılacak olan keşifler, olağanüstü zevkli bir seyahat haline gelecektir. Artık insan bununla kendini her gün yeniden keşfedecektir ve bundan da çok ayrı bir zevk alacaktır. Bunun sürekli uygulanır hale getirilmesi sonucunda; kişilerin, grupların, devletlerin ve dünyanın daha mutlu olması adeta kaçınılmazdır. İnsan Kaynakları Yönetimi içinde anlatılanlar bir anlamda inisiyatif kullanabilen, kendini sürekli geliştirebilen ve yenilikçi / yaratıcı yaklaşımları olabilen bireylerin olması biçiminde açıklanabilir. Bu nedenle biz kendimizi ‘y-i-n-e-l-e-m-em-e-l-i’ ve fakat sürekli ‘y-e-n-i-l-e-m-e-l-i’ yiz.

Yaratıcılık bir anlamda yaratılmayanı ve hiç görülmeyeni öngörerek üretme sanatıdır. Emre Becer bunu “hiç kimsenin akıl edemediği şeyi akıl etmek” olarak açıklar, yeter ki insan bunu başarmayı arzulasın, istesin. Yaratıcılık yaşamın her evresinde olur, sürekli geliştirilebilir ve değiştirilebilir. Yalnızca yanlış olanları tartışmak, yaratıcı düşünceyi geliştiren bir olgu değildir. Bu durum sıklıkla medyanın polisle ilgili yaptığı haberlerde karşımıza çıkar. Medya yalnızca olan bir olay ile ilgili haberi (ama objektif ama sübjektif olarak) vermekte ve fakat gerekli olan çözüm ve önerilerini de beraberinde sunmamaktadır. Bir diğer anlatımla, polisin ve davranışlarının odak noktası olduğu haberlerde, medya ‘eleştirel gerçekçilik’ yapmakta ve fakat ‘fonksiyonel gerçekçilik’ yapmamaktadır.

Cemil Meriç böylesi farklı ve yaratıcı düşünme zenginliğinin gerekliliğini ifade ederken; “Düşünce şüpheyle başlar. Düşünce tezatlarıyla bir bütündür. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hataya mahkûm etmek değil midir?” haklı sorusunu sorarak duygularını açıklamaktadır. Bir diğer anlatımla, ‘Barika-i hakikat, müsademe-i efkârdan doğar.’ Bu nedenle de yaratıcı düşünce içinde olan insanlarla birlikte beyin fırtınasının yapılması, en iyinin, en doğrunun ve en verimli olanın bulunması çalışmasının yapılması anlamına da gelebilir.

Einstein ve Picasso var olanlardan hareket ederek, olmayanı buldular ve yapıtlarıyla da farklılaştılar. İnsan bu anlamda bildiği kadarıyla değil, ürettiği kadarıyla insandır. Statükoyu sorgulayan, yeniliklere açık düşünen ve üreten kişilerden oluşan toplumlarda öğrenme ve yaratıcı düşünme desteklenen, yüceltilen bir duygudur. Ortaçağ karanlığını aydınlatan Rönesans, Fransız devrimiyle yön değiştiren Avrupa, özgürlük ve demokrasi kavramlarını alışılagelenin dışında bir boyuttan irdeleyen ABD, hep bu farklı düşünme yetisinin zorlamaları ile kabuklarını kırar. İnsanoğlu aya gidip organları kopyalayabiliyorsa, bunları ‘aykırı’ ve fakat yaratıcı düşünen beyinler sayesinde başarmaktadır. Bu girişimci ruhların yaptıklarının var olan kurallar içinde olup-olmadığı tartışılsa da, aykırı düşünsellik ve yenilikleri destekleyen davranışlar sayesinde toplumların ilerledikleri göz ardı edilmemelidir.

Amerikan Genelkurmay Başkanı ile bir çavuş birlikte aynı beyin fırtınası çalışma seansına katılabilirler. Her ikisi de toplantı süresince birbirine küçük isimleri ile hitap ederler. Toplantı sonunda Genelkurmay Başkanı yine Genelkurmay Başkanıdır, çavuşta çavuş... (Prof. İsmail Üstel). 10-20 yıl sonrasının değerlerini gören ve ona göre yönünü çizen, insana değer veren, en az bir yabancı dil bilen, her zaman öğrenen, kendini sürekli yenileyen, problem çözme tekniklerini kavrayan ve toplumla ayni kaba girmesini bilen bir polis...’ anlatımını yapıyor Milliyet gazetesinde yer alan söyleşisinde Metin Varol

Sonuç olarak siz çok değerli, çok kıymetli ve çok önemlisiniz. Çünkü siz dünya da teksiniz ve sizin yapacağınız her şey ama duyulsun bilinsin ama hiç kimse tarafından bilinmesin önemli bir boşluğun iyi bir şekilde doldurulması adına sunulan güvenlik hizmeti değil midir? İşte yukarıdaki bu küçücük boşluk bile, makro devrimlerin yapılması adına değil, mikro evrimlerin gerçekleşmesi adına gerçekten de çok büyük bir adımdır...

6 Ekim 2010 Çarşamba

HUSUMET ALTKÜLTÜRÜ


Taşa tutulmanın gündelik olay haline geldiği bir ortamda, ikisinden birini seçmek zorunda kalsaydınız, taşlayan mı yoksa taşlanan mı olmak daha az acıtırdı canınızı? Yazıp çizmek ve benzeri hayata tutunma yollarından birini kendine yol edinmiş de ter döküyorsan, günün birinde olanca kırılganlığınla maruz kalabileceğin hoyrat yumurtalara da hazırlıklı olmak gerekiyor.

Mızrağın ucundaki kral kafasına bakıp, "bu mızrak size pek yakışmış Kral bey" diyebilen sıradan insanın, nasıl bu kadar yabancılaşmış olduğunu sorgulamak da benim işidir. Darp edilmiş insana kol kanat gerip yarasını sarmak yerine birkaç adım arkasından yürüyüp alay edebilen, melek yüzlü ve zebani yürekli insanları anlayabilmek de...

Çünkü biliyorum ki, saldırıya uğramış incitilmiş onca yılın birikimi bir anda yok sayılarak linç edilmeye kalkışılmış birine merhamet duymak yerine, arkasına takılıp alay etmek demek, aslında yaşayan bir kadavra olmak, ama bunun farkına varamamak demektir. Ne zamandır dürtükleyip duran, her esintide "bunu yazayım" deyip ertelediğim Husumet Kültürü konusu içimde karıncalanıp duruyor. Çünkü biliyorum ki yazarken canımı acıtan tatsız hatıraları eşeleyeceğim, beden kimyam bozulacak. Sonra oturup yüreğim kanaya kanaya boşluktan yankı bekleyeceğim.

"Hayatınızı salt mesleğinize ve çalışmaya, sadece kendiniz adına değil, tanıdık tanımadık herkes adına anlamaya vakfeden, bunun için birçok şeyden vazgeçen, ağır bedeller ödemekten kaçınmayan bir insan olabilirsiniz. Ama muktedirlere kafa tutabilecek cesareti gösterdiğiniz an kara listeye alınacağınızı bilin. Ve onların korkutma sindirme yolları, çoğunluğun dile getirmeye ürktüğü acı gerçekleri kütür kütür söyleme cesaretinizi kıramadığı için cezalandırılacağınızı da bilin. En zayıf noktanızdan vurulacaksınız; yüreğinde bir parça sevgi ışığı yakabilmek için didindiğiniz insanlar üzerinize saldırtılacak. Bizzat evlâtlarınıza parçalatacaklar sizi. Ve siz alnınızda patlayan yumurtadan çok, bunu eğlence gibi algılayacak kadar sevgisizleşmiş insanları görüp kahrolacaksınız."

Hayatını başkalarının yerine de acı çekmeye, kendi içini eşeleyip gün be gün toprak silkelemeye, içinden çıkan en ufak ışıltıyı bile sesinin ulaşabildiği herkese akıtmaya soyunmuş olan birisi, yani adanmış kişi, bir kapısı yok sayılmak diğer kapısı yumurtayla infaz edilmek olan karanlık koridorda neden bir o tarafa bir diğer tarafa savrulup durur?

İnsanları putlaştıran da, onların mağrur kellelerini mızrağın ucuna geçirip sokak sokak dolaştıran da hep aynı gizli kıskançlık ve hınç duygusu değil mi? Bazı insanları abartılı alkışlar karşısında sarhoş edip "ben sahiden de mühim adamım" yanılsamasına iten, karşısındaki kara kalabalığın bugün nasıl göklere çıkarıyorsa yarın da aynı sürü ruhuyla linç edeceğini unutturan da hep o anlaşılabilir insanî zaaflarımız değil mi?

Bunu onca hayat tecrübesine karşın, yine de zamanında öğrenemeyen sevgi oburu ucuz kahramanlarının iplerinin çekileceği güne kadar sürdükleri sefanın. Ama bu zaafı da küçümsemiyorum. Kim istemez birazcık daha fazla sevilmeyi? Elinin tersiyle kim itebilir hayranlık dolu sözleri? Kim bir çırpıda hayır diyebilir? Şöhret denen o hercai afeti öyle kolayca kim reddedebilir?

Peki, var mı bu açmazdan korunmanın kestirme bir yolu? Belki vardır, belki yoktur. Varsa da ben bilemiyorum. Yalnızca şunu hissedebiliyorum bulanık sezgilerimle. Ne kadar kesin kararlar alsam, inzivalara sürüklensem, zırhlara bürünmeyi denesem de, insanlardan kendimi sakınamam.

Neticede Anthony de Saint Expurey’in tilkiyi konuşturduğu monolog dadır gerçek;”Yalnız evcilleştirebildiğin şeyleri tanıyabilirsin, dedi tilki, insanların tanımaya ayıracakları zamanları yok artık. Aldıklarını hazır alıyorlar dükkânlardan. Ama dost satan dükkânlar olmadığı için dostsuz kalıyorlar.”

21 Eylül 2010 Salı

YAŞAMIMIZI ÇALAN ROLLER


Ne kadar müdürsek, profesörsek, doktorsak, mühendissek, yazarsak, “bey”sek o kadar var olabiliyoruz. Toplumsal rollerimizle üzerini sımsıkı örttüğümüz “ben”imizi soluksuz bırakıyor, boğuyoruz. Yalnızca “Ahmet”i, “Mehmet”i yaşayamadığımız için başka hayatlar bizim hayatımızmış gibi oluyor. Bizim hayatımızmış gibi olan rollerimiz gittiğinde sudan çıkmış balığa dönüyor, kala kalıyoruz. Rollerimizin hayatımızı çalıp götürdüğünü fark ettiğimizde geç kalmış oluyoruz...

Tıp profesörü çok yakın bir aile dostumuz var. Doktorluğunu, profesörlüğünü unutabildiği zamanlarda çok keyifli zamanlar geçiririz. Edebiyattan, sanattan, yaşamdan, hanımlardan, çocuklardan konuşur, saatlerin nasıl akıp gittiğinin farkına varmayız. Ta ki, o ana kadar. Ne zaman ki benim hanım bir hastalığından konu açar, büyü bozulur. Dostum doktorluğunu ve profesörlüğünü anımsamıştır artık.

Saatlerdir Ahmet ve Hasan olarak sürdürdüğümüz sohbetin devamına olanak kalmamıştır. Benim de her zaman olduğu gibi içten içe güleceğim zamana varılmıştır. Hasan’ın önce doğasal yüzü gider, yerine “etkili ve yetkili” bir maske gelir. Her zaman olduğu gibi sağ elinin başparmağıyla kaşının üzerini kaşır gibi yaparken, “eeeee”ye benzer bir ses çıkarır. “Bak şimdi...” diye başladığında da artık bizim Hasan başka biri olmuştur, onu geri getirmek için epey zaman gerekecektir.

Bunun tam tersi de olur. Hiç tanımadığınız biriyle tanıştırılırsınız. “Arkadaşım Ahmet” diye takdim edilirsiniz. Karşınızdaki bey ya da hanımla gündelik yaşamdan konuşmaya başlar, hayatın içine dalmaya başlarsınız.

Her şey doğaldır. “Ne iş yapıyorsunuz” sorusu geldiğinde büyünün bozulma zamanına vardığını anlarsınız. Söylediğiniz mesleğe göre karşınızdakinin yüzü çeşitli biçimlere girer. Yanıtınız işçi, emekli, işsiz ise farklı, genel müdür, doktor, yönetici ise farklı bir yüzle karşı karşıya gelirsiniz. Sonraki konuşmaların artık hükmü kalmamıştır. Yaşamımızın en acıklı halidir bu.

Bedenimiz, ruhumuz, bir yerlerde mahzun, soluksuz kalırken rollerimizle avunarak tükettiğimiz hayatların çoğu kez farkında bile değilizdir. Farkında olsak da rollerimizle var olmak daha çekici gelir. Rollerimiz olmadan kendimizi tanımlayacak tümce bulmakta güçlük çekeriz. Prof. Dr. Üstün Dökmen, TRT’de yaptığı “Küçük Şeyler” programlarının birinde Çinli bir bilgeden güzel bir yaklaşım aktarmıştı. Çinli bilge şöyle diyor:

“Doğduğun zaman sadeci 1’sin. Büyüdükçe 1’in yanına sıfırlar eklersin. Diplomaların, unvanların, rozetlerin olur. Evlerin, arabaların olur. Bunların her biri sıfırdır, ama1’in sağına konuldukça senin değerin artar. Ancak bütün bu sıfırların değeri sen hayatta olduğun sürece vardır. Sen öldün, 1 gitti. Sıfırların hiçbir anlamı kalmadı....” Ne hoş değil mi?

Sıfırların üzerine kurulan hayatlar, aslında olması gerekene var oluşumuza en büyük engeli oluşturmuyor mu?

Eşyalarımızın, unvanlarımızın, rollerimizin dışında başka bir dünya olduğunu bir anımsayabilsek, “ben”imizle barışabilsek, yiyen, içen, gezen, gören yanımızla buluşabilsek, insan olduğumuzu anımsayabilsek, mutluluğun hemen yakınımızda bir yerlerde olduğunu görebilirdik. Hayatımız, hayatlarımız ne güzel olurdu...

BİR MESLEK HASTALIĞI


Akademi den mezun olduğumdan bu yana kadrocuyum, kadrocuların çektiklerini içeriden bakan bir göz olarak, farklı bir şekilde gözlemleme imkânımızın olduğunu düşünüyorum. Ama aşağıda anlatılanlar ise ömrü hayatında kadro yüzü görmeyen bir kardeşimizin değerli gözlemleri.Hani derler ya, kavgayı dışarıdan bakan daha net görür diye.

Olur ya, maçı, saha kenarındaki teknik direktör daha iyi gözlemler ve maçın gidişatını etkilemek için maçtan önce yaptığı hazırlıklarla yetinmez ve sahaya sürdüğü oyuncularını maç anında da gözlemler ve o andaki hatalarını düzeltecek talimatlar vermeye devam eder. Maçın heyecanına ve hızlı temposuna kendini kaptırmış olan oyuncular, içinde bulundukları o psikoloji ile ne yaptıklarını ve o anda nasıl hareket etmeleri gerektiğini tam kestiremedikleri durumları, aradan zaman geçip, maç bittiğinde izlerler ve bazen ne kadar basit yanlışlar yaptıklarını ancak o anda fark ederler. Keşke öyle değil de, şöyle yapsaymışım derler.

Ama olan olmuş, zaman geçmiş, maç bitmiştir. İşte bu sebeple, maç anında teknik direktör, oyuncuların farkına varamadıkları veya farkına varıp da o an için önemsemedikleri konuları, hemen o anda oyunculara hatırlatıp, hatalarını anında düzeltmeye çalışır ki, zaman geçmeden durumu kendi lehlerine çevirebilsinler.

Benzetmek yanlış olmazsa, kadrocuları da, sahadaki oyuncular gibi görmüşümdür. görevi başarıyla yerine getirmek amacıyla koşturup dururlar. Bu yolda evlerinin yolunu, çocuklarını kaçıncı sınıfa gittiğini unutanlar bile vardır. Hatta bununla övünen, emekliliği gelmiş polisleri gördüm ben.

Ama zaman öyle akıp geçtikten sonra bu polisler bir de bakıyorlar ki; hayatları sadece ve sadece meslekleri olmuş. Özel hayat, aile hayatı, eş ve çocukla yeterince ilgilenme, birlikte vakit geçirme gibi insan için gerekli olan şeylere gereken zamanı ve önemi vermemişler. Birileri de onlara bu önemi hatırlatmamıştır. Bir de emekli olunca sanki bir boşluğa düşmüş gibi olanların sayısı hiç de az değil diye düşünüyorum.

Bu durum belki onların suçu değil. Polislerin böyle insancıl ihtiyaçlarının da karşılanabilmesini düşünmek, o polislerden daha çok, onları sahaya sürenlerin temel görevi değil midir? Teşkilatımızın yine ezber cümlelerinden birisi olan (üst eleştirilmez!!) masalı gereği bazı şeyleri açıkça söyleyemiyorum belki ama durumu dikkatli bir şekilde izleyen bir göz, polisin yukarıda saydığım ihtiyaçlarının bu zamana kadar çok da giderilemediğini rahatça görebilir ve bunun suçlularının kimler olduğunu rahatça anlayabilir.

Siz bir insanı arı kovanının yanına gönderiyorken, o insanın üzerine koruyucu kıyafetler vermiyorsanız ve sıkıntı çıkınca da o adamı suçluyorsanız, ortada bir yanlışlık var demektir. Bir kalorifercinin bile, çalıştığı işten dolayı zehirlenmesin diye, yanlış bilmiyorsam günlük yarım litre süt veya yarım kilo yoğurt istihkakı var.

Polisin insan olarak ne hakkı var?

Bu konuları kadrodaki meslektaşlarımıza zaman zaman muhabbet esnasında anlatmaya çalışıyordum ama kadro virüsü kanlarında dolaştığı için, bu anlattıklarımın, yakın zamana kadar, onlar tarafında pek de kabul gördüğünü söyleyemem. Bu 'yakın zaman' dediğim, ab uyum süreci oluyor. Belki de bu sürecin bize (polise) sağladığı birçok yaradan birisi de bu oldu. Yani polisin, kendi asıl görevlerini ve yetkilerini bilmesine ve üstüne lüzum olmayan işlere sürülmesinin engellenmesine az da olsa katkısı oldu.

AB süreci bence şu zaman kadar, hiyerarşi adı altındaki meslek içi hak ihlallerine, 'fedakarlık gerektiren bir meslek masalı' altında polisin köle gibi çalıştırılmasına, üstlerin keyfi muamelelerine vb birçok alışılagelmiş polislik sıkıntılarına karşı polislerin kendi durumlarını yeniden düşünmelerine vesile oldu.

Aklını çalıştıran, okuyan ve dünyada ne gibi yeniliklerin olduğunu merak eden polislerin, uyanmalarına, kendi haklarını öğrenmelerine ve yeri geldiğinde haklarını kendi üstlerine karşı da olsa, aramalarına vesile oldu. Polisin kendini sorgulamasına, 'neler oluyor? Neden böyle oluyor? Bunun daha insanca yapılma yolu yok mu? Polisi yöneticiliğinin, polislik uygulamalarının, polislik mesleğini icra etmenin daha insancıl ve daha medeni yolları yok mu?' gibi sorular sormaya başlamasına vesile oldu.

Kısacası, aklını çalıştırabilen, beynini nezarethanenin dört duvarı arasına sıkıştırmadan geniş düşünebilen polislerin uyanmasına vesile oldu. Polis teşkilatının daha insancıl hale gelmesine bir kapı araladı ve artık o kapı iyice açılmaya başladı. Tabii bütün bunlar benim düşüncelerim, benim görebildiklerim. Elbette ki farklı düşünenler olacaktır. Bunları söylerken de; yanlış anlaşılmasın, kadroda canla başla çalışmasınlar demiyorum. Bunu kimse de söyleyemez. Bir iki yıl içinde belki ben de kadroya çıkacağım ve hatta belki de o arkadaşlarımdan daha da fazla kendimi kaptıracağım. Onu şu an bilemem. Fakat odunu keserken baltayı bilemeye de zaman ayıralım diyorum.

Hikayeyi bilirsiniz; akşama kadar odun kesen iki arkadaştan birisi, durmadan dinlenmeden akşama kadar balta sallamış. Diğeri de zaman zaman oturup dinlenmiş, yemek yiyerek güç toplamış, bu molalar esnasında baltasını bilemiş ve çalışmaya devam etmiş. Akşam olup, kestikleri ağaçları saydıklarında, dinlenen adamın, harala gürele çalışandan daha çok ağaç kestiği ve kendini daha az yıpratmış olduğu ortaya çıkar. Mesleğimiz önemli ama ailemizi ihmal edecek kadar, mide kanseri olacak kadar vb. şekilde kendimizi yıpratmamaya dikkat edelim diyorum.

Hangi meslekte insanlar, çocuklarının doğumuna, babasının ölümüne, anasının hastalığına, bayramlara vb. gidememeyi normal sayıyorlar? Bu durumları doğal saymak, insanlık duygularından bazılarının öldüğünü gösteriyor olabilir mi? tekrar söylüyorum; ben kadro yüzü görmediğim için pek bilmiyorum ama kadrocu arkadaşların anlattıkları bazı amir ve müdürler var. Arkadaşlar, bu insanların polislik adına astlarına yaptıklarını anlattıkça, inanın içime sindiremiyorum. Kendi emri altındakilere bunları yapanlar, değil amir/müdür, insan bile olamazlar diyorum.

Bu davranışların neler olduğu konusuna burada girmeyeceğim. Çünkü eminim ki bu yazıyı okuma zahmetini gösterenlerin bu konularda benden çok daha fazla tecrübeleri ve bilgileri vardır. Birçok kadrocudan duyduğum şu ortak sözleri aktarmak istiyorum: 'bizim mesleğimiz gibi, kendi teşkilat mensubunu ezen, insan yerine koymayan, insani haklarını bile gasp eden başka bir teşkilat yoktur bu memlekette de dünyada da. Ben o sıkıntıları yaşamadığım halde, arkadaşlarımın halini gördükçe inanın çıldıracak gibi oluyorum. daha çok söyleyecek şey var ama..........

Son söz olarak en vahimini de söylemek istiyorum; Bunca sıkıntıya rağmen, kadroda çalışan bizler, tüm bu olanları mecburen kanıksamışız adeta. Artık polise yapılan haksızlıklar hakkında konuşmayı bile lüzumsuz görüyoruz. Böyle çalışmayı kabul etmiş bir hali var birçoğumuzun. Hani psikolojide 'öğrenilmiş çaresizlik' diye bir şey vardır ya. İşte ona tutulmuş birçok meslektaşımız.

17 Eylül 2010 Cuma

HER MÜDÜR, MÜDÜR MÜDÜR?


Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci, mercan da nedir? Bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye feda edilmedikten sonra. Hz. Mevlâna Celaleddin-i Rumî
Evvel zaman içinde Patagonya Cumhuriyeti Dâhiliye Vekâleti Emniyet Umum Müdürlüğünde görevli bir yönetici varmış. Akıl almaz tutum ve davranışlarda bulunarak meslek mensuplarını canından bezdiriyormuş.
Emniyet Umum Müdürlüğünün Patok vilayetinde görev yapmakta olan kişisel ego’su ile her tutum ve davranışıyla hemen dikkati çeken, üst düzey yönetici sıfatı bulunması nedeniyle astlarını her vesileyle aşağılayıp küçümsüyormuş. Her konuda ve her olayda kendini yüce bilinç harmanı olarak görüyor, olumlu veya olumsuz her olayda kendine bir çıkar sağlamayı kar belleyen bir zihniyete sahip bir ruh hali içinde buluyormuş.
Astlarının hukukuna tecavüz etmeyi alışkanlık haline getirmiş ve bunu bir meziyetmiş gibi etrafa lanse ederken suç işlediğinin farkındalıgında olmadan kendi hanesine artı puan yazdırdığını zannederek personelinin hakkını gasp ediyormuş. Emin adımlarla teşkilatta efsane olmanın vereceği payeleri şimdiden hayal ederek peşin satan tüccarlar gibi kendini üst amirlerine pazarlamanın ürkütücü borsa matematiği hesaplarını yaparak ikbal hülyaları ile zaman geçirmekteymiş. Hiç bir kategoriye, ölçüye sığdırılması mümkün olmayan, eşsiz, benzersiz ortamlar yaratıyor. Farklılaştırıcı, ötekileştirici, adaletsiz, eşitsiz, bencil çıkarların ifadesi olan müdahaleler/girişimler, utanç verici aşırılıklarla teşkilatı sarsıyormuş.
Maiyetini ve astlarını koruyup kollamak, eksiklerini uygun bir üslupla anlatmak, etrafında bir sevgi çemberi oluşturarak görevin yerine getirilmesi konusunda rehber ve yol gösterici olmak yerine her yerde ve her konumdaki astlarını azarlayarak, korkutarak, tehdit ederek, alay ve istihza konusu yapıyormuş. İnsanların izzetinefis ve kişilikleriyle oynayarak bir yerlere geleceğinin verdiği sarhoşluk ve baş dönmesiyle demode olan yönetim anlayışını yeniden ikame etmenin çabasındaymış.
Yönetim deontolojisinin ve bilimsel verilerin aksine olarak astının hukukunu çiğnemeyi marifet sayarak, yasal hakların kullanılmasını dahi bir lütuf gibi görerek buralardan bile kendine bir yüce görev çıkartmasını bilerek tarihin en acımasız neronlarına taş çıkartırcasına insanları güya minnettar bırakmayı kendine asli görev çıkartma yeteneğine sahip olmayı meziyet zannediyormuş.

Ancak kendisi bilginin efendisi olunca, başkalarının da ya cahilliğin kölesi ya da bilgisizliğin efendisi olması söz konusu olursa, kendisi de otomatik olarak aranılan, sazı sohbeti dinlenilen ve başkalarının bilgi bağlamında kendisi ile rekabet edemeyeceği kişiler olması da ortaya çıkacağı hinliğini gösterebildiğini zannetmekteymiş. Bu durumun, sorunlara kısıtlı bakan, ufku göremeyen ve yalnızca önlerine yoğunlaşan kişilerin bakış açısını yansıttığını, çok iyi niyetli ve koruyucu bakış açısı gibi gözükse de, bu bakış açısının teşkilat için ne derece yararlı olacağının tartışılacağı bilincinden de uzak yaşıyormuş.

Tahammül mülkünü yıkan bu tür çarpık zihniyetli yaklaşımlara karşı Patogan halkının dinsel öğretileri gereği kutsal Şabat ayında personel inandığı dinsel değerler gereği iledir ki; görev gereği kullandığı teknolojinin en son ürünü silahları kullanmaya ramak kalmasına rağmen sabır silahını kullanmayı tercih etmekteymiş. Fakat personelin bu tutumunu farklı algıladığından bahse konu yönetici şirretliğini iyice arttırmaktaymış. Sinirlerine hakim olamayan bir çok personel de çareyi gizli gizli antidepresif ilaç kullanmakta buluyormuş.

Ancak bahse konu kişinin unuttuğu çok önemli iki husus varmış ki bunları hep göz ardı ediyormuş. Birincisi ilahi adalet önünde yüce divanda yargılanacağı zaman kimseyi kandıramayacağı ve “Deveden büyük fil var” atasözündeki genel geçer güçler dengesindeki zor oyunu bozar realitesiymiş.


Dorothy L. Nolte’nin şiirini patagonya polisine uyarlayarak okuyacak olursak mercek altına aldığımız konumuz açısından, oldukça önemlidir.

Eğer bir patagon polisi:
Sürekli eleştirilirse, herkesi kınar ve ayıplar.
Kin ortamında bulunuyorsa, devamlı kavga eder.
Alay edilip aşağılanıyorsa, yaşadığı toplumdan sıkılır ve utanır.
Utandırılarak terbiye edilmeye çalışılırsa, devamlı olarak kendini suçlar.
Eğer bir patagon polisi:
‘Tolerans’ ve farklılıkları anlamak ile yetiştirilmişse, her zaman sabırlı olur.
Desteklenip yüreklendirilirse, kendine güven duyar.
Övülür ve beğenilirse, takdir etmenin gerekliliğini bilir.
Hakkına saygı gösterilirse, adil olur.
Güven ortamı içerisindeyse, inançlı olur.
Kabul ve onay görürse, kendini ve çevresini sever, saygı duyar.
Toplum içinde dostluk ve arkadaşlık görürse, hem kendisini, hem de çevresindekileri mutlu eder…