24 Şubat 2010 Çarşamba

YARGI KARARLARINI ETKİSİZLEŞTİRMEK VE CEZAİ SORUMLULUK


YARGI KARARLARINI ETKİSİZLEŞTİRMEK VE CEZAİ SORUMLULUK

I-GİRİŞ;

1-İdari Mahkeme kararları, üç şekilde kamu görevlileri tarafından suç teşkil edecek şekilde işlevsiz bırakılmakta ve sorumluluk doğurmaktadır.

Bunlar;
a-Yargı kararının hiç yerine getirilmemesi,
b-Yargı kararının geç yerine getirilmesi,
c-Yargı kararının şeklen yerine getirilip, bir başka işlem ile etkisiz hale getirilmesi,
Şeklindedir.
Bu sayılan eylemler, TCK 257/1.maddesinde yer alan görevi kötüye kullanma suçunu teşkil ettiği, aynı zamanda hukuki açıdan da tazminat sorumluluğu doğurduğu, ayrıca disiplin yönünden de yaptırım gerektirdiği yargı kararları ile sabittir.

2-Yargı kararlarının hukuka uygun biçimde yerine getirilmemesinin de iki türü bulunmaktadır.
a-Yargı kararlarının fiilen uygulanmasının imkansızlaşmasıdır. Örneğin, atama işlemi aleyhine dava açan bir memurun, kararın verilmesinden sonra, vefat etmesi veya emekli olması halinde, bu kararın yerine getirilmesi fiilen mümkün olmayacaktır.
b-Yargı kararlarının hukuken uygulanmasının imkansızlaşmasıdır. Örneğin, hukuka aykırı biçimde emekli edilen bir kişinin açtığı davayı kazanması, ancak bu dava süreci içinde yaş haddini doldurmuş olması nedeni ile çalışmasının hukuken mümkün bulunmaması durumunda, hukuki imkansızlıktan bahsedilebilir. Veya yurtdışı sınavına girip mülakatta kaybeden birinin, dava açıp kazanması ancak bu süre içinde rütbesinin emniyet müdürlüğüne yükselmesi, mevzuatta da başkomiser rütbesinden daha üst olanların yurtdışına çıkmasının hukuken mümkün bulunmaması halinde de yine hukuki imkansızlık olduğu kabul edilmektedir.
Ancak bu iki durumda dahi, bu kez idarenin tazminat sorumluluğu doğmaktadır.

3- Adli ve askeri mahkemelerden gelen talimatların da yerine getirilmemesi, geç getirilmesi veya şeklen yerine getirilmesi ile ilgili kısaca açıklama yapmak sanırım faydalı olacaktır.
Ceza Muhakemesi Yasasının “Bilgi İsteme” başlıklı 332.maddesinde “ Suçların soruşturma ve kovuşturması sırasında Cumhuriyet savcısı, hâkim veya mahkeme tarafından yazılı olarak istenilen bilgilere on gün içinde cevap verilmesi zorunludur. Eğer bu süre içinde istenen bilgilerin verilmesi imkânsız ise, sebebi ve en geç hangi tarihte cevap verilebileceği aynı süre içinde bildirilir.
Bilgi istenen yazıda yukarıdaki fıkra hükmü ile buna aykırı hareket etmenin Türk Ceza Kanununun 257 nci Maddesine aykırılık oluşturabileceği yazılır. Bu durumda haklarında kamu davasının açılması, izin veya karar alınmasına bağlı bulunan kişiler hakkında, yasama dokunulmazlığı saklı kalmak üzere, doğrudan soruşturma yapılır.” Hükmü yer almaktadır.
Dikkat edilir ise, idare mahkemelerinin 2577 sayılı yasasının 28.maddesi ile 52.maddesi uyarınca, idare mahkemelerinin nihai kararlarının gereğini, aksi belirtilmediği sürece 30 gün içinde yerine getirmek zorundur. Bu süre maksimum süre olup, esas olan bu süre dolmadan en kısa süre içinde mahkeme kararının gereğinin yerine getirilmesidir.
CMK’nın 332.maddesinde ise, verilmiş bir nihai mahkeme kararının uygulanması değil de, yargılamanın devam ettiği bir aşamada, adli makamlarca istenilen bilgi ve belgelerin temin edilmesi ve yargılamanın daha sağlıklı yapılması amacı bulunmaktadır. Bu durum 2577 sayılı yasanın 20.maddesinde yer alan idare mahkemelerinin bilgi ve belge istemeleri ve mahkemece süre belirlemeleri ile ilgili hususa benzemektedir.
Kısacası, CMK’nın 332.maddesinde yer alan durumlar söz konusu olduğunda, 30 günlük süre değil, yasada yer alan 10 günlük maksimum süre söz konusu olacaktır. Dolayısı ile açıklamalarımızda yer alan 30 günlük sürenin 2577 sayılı yasanın 28. ve 52.maddelerinde geçen nihai idari yargı kararlarının uygulanmasına ilişkin olduğunun dikkate alınması gereklidir.

II-AÇIKLAMALAR;

Yazımızın konusu; idare mahkemelerinin (İdare Mahkemesi-Bölge İdare Mahkemesi-Danıştay) kararlarının şeklen yerine getirip, daha sonra işlevsiz hale getirilmesine ilişkin uygulamalar ve cezai karşılıklarıdır.
Yargı kararını şeklen uygular görünüp, esas olarak karara uygun işlem yapmamak hakkın ve yetkinin kötüye kullanılmasıdır. “Hiçbir hukuk düzeni yetkinin ve hakkın kötüye kullanılmasını korumaz ve hukuk kurallarının uygulama dışı bırakılmasına izin vermez, veremez.” [1]
İdare Mahkemelerinin kararlarına, üstten bakarak onları; etkisiz ve hükümsüz, dolayısı ile nafile ve boş çabalar haline getirmeye çalışan davranış moddeleri aşağıda örnekler şeklinde sıralanmıştır. Bu üstten bakan gözlerin bakışları, Anayasamızın 138.maddesi, TCK nın 257.maddesi, Borçlar Kanunun 41 ve 49.maddesi, 657 sayılı yasanın ilgili disiplin hükümleri ile, mahçup ve kaçamak bakışlara dönüşmeye gebe ve mahkumdur.

a-Mahkeme kararı doğrultusunda davacı memuru göreve iade edip, bir başka görev ve
yere atama;

İdare makamları, bazı durumlarda idare mahkeme kararını şeklen yerine getirmekte, bir süre sonra aynı hukuka aykırı işlemi tesis ederek, mahkeme kararının uygulanmasını imkânsızlaştırmakta, kararın hukuki sonuçlarını ortadan kaldırarak, hükümsüz hale getirmektedir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararında “Katılanın, atama işlemleri ile ilgili olarak Ankara 2. idare Mahkemesince verilen yürütenin durdurulması ve iptal kararlarının uygulanarak görevine başlatılma tarihinden 4 ay 8 gün, iptal kararından ise 2 ay 13 gün sonra koşullarda herhangi bir değişiklik olmamasına karşın, Lice ilçesine atanmasında yargı kararlarının şeklen uygulanarak, sonuçlarının etkisiz hale getirilmesinin amaçlandığı ve bu işlemle katılanın maddi ve manevi bakımdan zarara uğratıldığı saptandığından, 765 sayılı Yasanın 228/1. maddesinde düzenlenen görevde yetkiyi kötüye kullanarak keyfi işlemde bulunma suçu oluşmuştur. Olayda kişilerin mağduriyetine neden olma öğesi gerçekleşmiş bulunduğundan eylem 5237 sayılı Yasanın 257/1. maddesi kapsamında da suç oluşturmaktadır.” [2] şeklinde tespit ve ifadelerde bulunmuştur.

b-Mahkeme kararı doğrultusunda göreve iade edip, geçici görev ile başka bir göreve
atama;

Davacı memurun idare mahkemesi kararı ile göreve atandıktan sonra, bir başka göreve sürekli atanması ile, geçici olarak bir başka göreve atanması arasında bir fark yoktur. Nihayetinde her iki durumda da idare mahkemesi kararı etkisizleştirilmiş ve sonuçları askıya alınmış olacaktır. Bu etkisizleştirme işlemi ister sürekli atama, ister geçici görevlendirme ile yapılmış olsun, sonuç olarak farklı bir anlam taşımayacaktır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun Kararında “yargı kararına dayanılarak göreve başlatılan (memuru), yine aynı gün geçici bir görev ile başka bir ilçede görevlendirilmesinin, Anayasanın 138.maddesi ile 2577 sayılı yasanın 28.maddesi uyarınca, TCK nın 257/1.maddesinde yer alan görevi kötüye kullanma suçunu oluşturacağı, mahkeme kararının yaptırım gücünün her hangi bir saik ile kaldırılmasının mümkün olmadığı” [3] belirtilmiş ve mahkumiyete karar verilmiştir.
Bu durum yasaya ve mahkeme kararına karşı bir hile teşkil etmekte, kurnazca tesis edilen bu işlem dolayı ile hem idarenin, hem bu işleme emir verenlerin, hem de bu işleme katılanların cezai, hukuki, disiplin ve mali sorumlulukları doğmaktadır.

c-Mahkeme kararı doğrultusunda göreve iade edip, soyut farklı bir sebep oluşturarak
veya takdir yetkisine sığınarak tekrar bir atama işlemi tesis etmek.

Örneğin bir atama kararının iptal edilmesi üzerine, bazı kamu görevlileri bu mahkeme kararı şeklen uygulanmakta, davacı memur eski görevine tekrar başlatılmakta, bir süre sonra yeni ve tekrar atamayı haklı kılacak biçimde ortada hiç neden yok iken, soyut gerekçeler oluşturarak veya gerekçesiz biçimde takdir yetkisine sığınarak yeni bir işlem tesis edip, davacı memur görevden alınıp başka bir göreve atanmaktadır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararında “başka yere atanan memurun, yargı kararı ile göreve başlatılmasının hemen ardından, göreve iadesinin arkadaşları arasında tedirginlik ve huzursuzluk doğuracağı, işe yönelik isteksizliğe neden olacağı gibi gerekçeler ile bu kez başka bir ilçede görevlendirilmesinin, yargı kararını etkisizleştirilmesine yönelik, keyfi bir uygulama niteliğinde” [4] olduğu gerekçesi ile sanık K.Valisinin mahkumiyetine karar verilmiştir.
Yargıtay 4.Ceza Dairesinin kararında “Sanıkların, saptanıp kabul edilen Ankara İdare Mahkemesinin katılan hakkındaki kararını uygulayıp görevine iade ettikten sonra, 8 gün gibi çok kısa bir sürede bu görevdeki çalışmalarında uyumsuzluk gösterdiği gerekçesiyle bir başka göreve atamaları biçimindeki eylemlerinin T.C.Yasasının 228. maddesindeki suçu oluşturduğu gözetilmeden karar verilmesi, yasaya aykırıdır.” [5] belirtilmiştir.

d-Memurun eski görevi yerine başka bir göreve ve yere atanması;

İdare mahkemesine dava açan ve eski görevine dönmesine karar verilen davacı memurun, eski görevine iade edilmeden, bir başka göreve atanması ile gerçekleştirilen eylem, esasen mahkememe kararını uygulamamak anlamına gelmektedir.
Zira idare mahkemelerinin kararları geçmişe etkili olur ve işlemi tesis edildiği tarihten itibaren hükümsüz kılar. Dolayısı ile bir iptal kararı sonrasında, ilk işlemin tesis edildiği zaman diliminde mevcut olan fiili durumun gerçekleştirilmesi idare için bir zorunluluktur. Örneğin bir İl Emniyet Müdürü, görevden alınmasına ilişkin işlem hakkında dava açıp kazanmasına müteakip, görev yaptığı İl Emniyet Müdürlüğü görevine tekrar başlatılması gerekir. Bir başka il Emniyet Müdürlüğü görevine atanması suretiyle mahkeme kararı uygulanmış olamaz.
Yargıtay 4.Ceza Dairesinin kararında “Katılanın belediye müfettişliği görevinden A.P.K. uzmanlığına atanmasına ilişkin olan yönetsel kararın durdurulmasına Ankara 10. İdare Mahkemesince karar verilmiş olması karşısında, sanıkların, katılanı eski görevine atamaları gerekirken belediye iktisat müfettişliğine atamak ve mahkeme kararını yerine getirmemek biçimindeki eylemlerinde TCY’nin 228. maddesindeki suç öğelerinin oluştuğu gözetilmeden, yasal olmayan gerekçelerle beraatlerine karar verilmesi, yasaya aykırıdır.” [6] şeklinde tespit ve ifadelerde bulunmuştur.
Aynı Dairenin bir başka kararında da “Belediye başkanı olan sanığın, itfaiye eri olarak çalışan yakınanın görevine son verdiği, yakınanın başvurusu üzerine İdare Mahkemesinin yürütmeyi durdurma kararı verdiği, bu karar üzerine göreve başlatılan yakınana mezarlıktaki otları temizleme görevi veren sanığın eyleminin TCY’nin 228/1. maddelerine uygun olduğu” [7]’na hükmedilmiştir.


e-Mahkeme kararını etkisiz kılacak şekilde işlem yapılmasına ilişkin konusu suç teşkil eden emirler;

Anayasanın 137/2.maddesinde de konusu suç teşkil eden emrin hiçbir surette yerine getirilmesinin mümkün olmadığı belirtilmiş, TCK nın 24/3.maddesinde de paralel biçimde, konusu suç teşkil eden emrin hiçbir surette yerine getirilmesinin mümkün olmadığı ve sorumluluğu ortadan kaldırmayacağı ifade edilmiştir.
5442 sayılı yasanın 11.maddesi ve 2559 sayılı yasanın 2/B-2.maddesinde, kamu düzeni ve güvenliği ile ilgili emir alan polisin, bu emrin konusunun suç teşkil etmemesi ve sadece hukuka aykırı olması halinde, bu emri yerine getirmeyip amirine aykırılığı belirtmek ve ısrar emrinin yazılı olması halinde, bu hukuka aykırı ısrar emrini yerine getirme zorunluluğu ile konusu suç teşkil eden emrin hiçbir surette yerine getirilmemesine, aksi halde polisin sorumluluğunun doğacağına ilişkin düzenlemeler penceresinden bakıldığında, Anayasanın 137/2.maddesi, TCK nın 24/3.maddesi, 5442 sayıl İl İdaresi Kanunun 11.maddesi ile 2559 sayılı Kanununun 2/B-2.maddesi uyarınca, mahkeme kararını etkisiz kılacak şekilde işlem yapılmasına yönelik talimatlar, konusu suç teşkil ettiği için yerine getirilmesi mümkün olmayan emirlerdir. Yazılı olsalar bile, yerine getirilemezler.
Yargıtay 4.Ceza Dairesinin kararında “Sanık, bakanın bilgi ve buyruğu doğrultusunda hazırlanan müşterek kararname taslağını soyadının baş harfi olan (…) harfini yazarak parafe etmekle, yürütmenin durdurulmasına ilişkin idari yargı kararını etkisiz bırakma işlemin yapılmasına yol açmak suretiyle suça katılmıştır. Sanığın, hiyerarşik düzeydeki buyrukları yerine getirmekle yetindiği yolundaki savunması yerinde değildir. Çünkü suç oluşturan bir buyruğu yerine getirmek, eylemi suç olmaktan çıkaran ve onu hukuka uygun kılan bir neden olamaz.” [8]
Ancak, konusu suç teşkil eden emrin hiçbir surette uygulanmayacağı Anayasamızın 137.maddesinde ifade edilmiş, TCK nın 24.maddesinde de detaylandırılmıştır. Benzer hükümler 2559 sayılı yasanın 2.maddesinde de yer almaktadır. Burada söz konusu olan hukuka aykırı emir değil, konusu suç teşkil eden emir söz konusu olacağından, emrin yazılı vermesinin hukuki bir kıymeti olmayacaktır. Alt kademelerin sorumluluklarının da bu çerçevede değerlendirilmesi mümkündür.

f-Yargı kararlarını uygulamayan, müsteşar veya vali gibi üst düzey kamu görevlileri de birinci derece sorumlu bulunmaktadırlar.

İdari yargı kararlarının yerine getirilmesi, genellikle bir idari işlem ile hayata geçtiğinden, bu işlemin tesisinde yetki olan ve karar verme mekanizmasında bulunan Müsteşar, Vali, Vali Yardımcısı, Genel Müdür veya İl Müdürü gibi üst amirlerinin sorumlulukları ortaya çıkmaktadır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 26.9.2006 tarih ve 157/200 sayılı kararında, yukarıda yer verildiği üzere, yürütmeyi durdurma kararın uyguladıktan kısa bir süre sonra, mağduru başka bir yere atama yapan sanıklar arasına İl Valisi ve İl Müdürü alınmış ve cezalandırılmıştır. Yargıtay 4.Ceza Dairesinin 24.05.2007 tarih ve 12/25 sayılı kararında, en üst birim amirlerinin paraflarının bulunması, sorumluluk için yeterli görülmüştür.

g-Yargı kararlarını uygulamayan, alt birimlerin sorumlulukları;

Bazı durumlarda, üst makamlar mahkeme kararını alt makamlara yasal süre içinde havale etmekte, ancak bu alt birimlerce bu kararın yerine getirilmesi geciktirilmekte veya unutulabilmektedir. Bu durumlarda, havale işlemini gerçekleştiren üst makamın bir sorumluluğu kalmamakta, tüm sorumluluk alt makamlara geçmektedir.


III-SONUÇ;

1- 2577 sayılı yasanın 28.maddesine göre, idare mahkemelerinin ve Danıştay’ın kararlarının 30 gün içinde yerine getirilmesi zorunludur. 2577 sayılı yasanın 52.maddesinde de belirtildiği üzere, bu kararlara karşı temyize gidilmiş olsa bile, hiçbir surette 30 gün içinde kararın yerine getirilmesinin önüne geçilemez.
2-CMK nın 332.maddesinde yer alan 10 gün içinde adli makamların (Savcı-Hakim-Mahkeme) bilgi istemlerinin yerine getirilmemesi veya geç getirilmesi halinde, görevi kötüye kullanma suçu oluşacaktır. Bu durum ile nihai idare mahkemelerinin kararlarının en geç 30 gün içinde yerine getirilme zorunluluğunun, birbirine karıştırılmaması gerekir.
3-Yargıtay Ceza Genel Kuruluna göre, mahkeme kararı doğrultusunda davacı memuru göreve iade edip, akabinde bir başka görev ve yere atama şeklinde ki eylem, 5237 sayılı Türk Ceza Yasanın 257/1. maddesi kapsamında da görevi kötüye kullanma suçunu oluşturmaktadır.
4-Yargıtay Ceza Genel Kuruluna göre, mahkeme kararı doğrultusunda göreve iade edip, akabinde geçici görev ile başka bir göreve atama şeklinde ki eylem, 5237 sayılı Türk Ceza Yasanın 257/1. maddesi kapsamında da görevi kötüye kullanma suçunu oluşturmaktadır.
5-Yargıtay Ceza Genel Kuruluna göre, mahkeme kararı doğrultusunda göreve iade edip, soyut farklı bir sebep oluşturarak veya takdir yetkisine sığınarak tekrar bir atama işlemi tesis etmek, 5237 sayılı Türk Ceza Yasanın 257/1. maddesi kapsamında da görevi kötüye kullanma suçunu oluşturmaktadır.
6-Yargıtay 4.Ceza Dairesinin kararına göre, memurun eski görevi yerine başka bir göreve ve yere atanması, 5237 sayılı Türk Ceza Yasanın 257/1. maddesi kapsamında da görevi kötüye kullanma suçunu oluşturmaktadır.
7- Yargıtay 4.Ceza Dairesinin kararına göre, mahkeme kararını etkisiz kılacak şekilde işlem yapılmasına ilişkin konusu suç teşkil eden emirlerin, yazılı olsalar bile yerine getirilmesi, bu işlemlere paraf atılması, 5237 sayılı Türk Ceza Yasanın 257/1. maddesi kapsamında da görevi kötüye kullanma suçunu oluşturmaktadır.
8-Yargıtay Ceza Genel Kuruluna göre, yargı kararlarını uygulamayan, Müsteşar, Genel Müdür, Vali ve İl Müdürü gibi üst düzey kamu görevlileri de birinci derece sorumlu bulunmaktadırlar.
9- İdare Mahkemesi kararlarının fiili veya hukuki imkansızlık dairesinde, haklı şartlar ortaya çıktığında, yerine getirilmemesi suç teşkil etmeyebilir. Ancak hileli, dolanlı işlemler ile bu hukuki durdurmalar arasında büyük farklar bulunduğunu, yerleşik yargı kararları ile bu hileli ve dolanlı davranış modellerinin tescillenip belirlendiğini, ifade etmek gereklidir.
10- İdare Mahkemesi kararlarının yerine getirilmemiş olmasından üst makamlar sorumlu olmak ile birlikte, alt makamlarda sorumlu tutulabilir. Örneğin, kendisine havale edilen bir mahkeme kararını unutan veya zamanında gereğini yapmayan alt birim görevlileri gibi. Ancak, üst makam önce havale edip, sonra da bekle şeklinde sözlü veya yazılı talimat verir ise, bu talimatı uygulayan alt birim ile birlikte, konusu suç teşkil eden bu emri veren makamda, sorumlu olacaktır.
11- İdare Mahkemesi kararını uygulamayan, geç uygulayan veya şeklen uygulayan kamu görevlilerine karşı tazminat davası açma hakkı da bulunmaktadır.
12- İdare Mahkemesi kararını uygulamayan, geç uygulayan veya şeklen uygulayan kamu görevlileri aleyhinde disiplin soruşturulması açılması da istenilebilir.


Önder ÖZLEM



KAYNAKLAR:

[1] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 09.05.2006 tarih ve 4.MD.116/138 sayılı kararı-Yargıtay Tetkik Hakim Hasan Tahsin GÖKCAN-Görevi Kötüye Kullanma Zimmet, Banka Zimmeti, İrtikap Rüşvet Ve Kamu İdaresine Karşı İşlenen Suçlar-Seçkin Kitapevi-Ankara-2008-S.195
[2] Yargıtay Tetkik Hakim Hasan Tahsin GÖKCAN-Görevi Kötüye Kullanma Zimmet, Banka Zimmeti, İrtikap Rüşvet Ve Kamu İdaresine Karşı İşlenen Suçlar-Seçkin Kitapevi-Ankara-2008-S.194
[3] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 03.10.2006 tarih ve 2006/4-196, 2006/204 sayılı kararı- (http://www.bakale.com/ictihatlar.php?mode=&kat=1)
[4] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 26.09.2006 tarih ve 2006/4.MD-164, 2006/201 sayılı kararı- (http://www.bakale.com/ictihatlar.php?mode=&kat=1)
[5] Yargıtay 4.Ceza Dairesinin 12.04.2000 tarih ve 1770/2876 sayılı kararı-Yargıtay Tetkik Hakim Hasan Tahsin GÖKCAN-Görevi Kötüye Kullanma Zimmet, Banka Zimmeti, İrtikap Rüşvet Ve Kamu İdaresine Karşı İşlenen Suçlar-Seçkin Kitapevi-Ankara-2008-S.195
[6] Yargıtay 4.Ceza Dairesinin 14.12.1998 tarih ve 7378/10476 sayılı kararı-Yargıtay Tetkik Hakim Hasan Tahsin GÖKCAN-Görevi Kötüye Kullanma Zimmet, Banka Zimmeti, İrtikap Rüşvet Ve Kamu İdaresine Karşı İşlenen Suçlar-Seçkin Kitapevi-Ankara-2008-S.197
[7] Yargıtay 4.Ceza Dairesinin 22.09.2004 tarih ve 7229/9066 sayılı kararı-Yargıtay Tetkik Hakim Hasan Tahsin GÖKCAN-Görevi Kötüye Kullanma Zimmet, Banka Zimmeti, İrtikap Rüşvet Ve Kamu İdaresine Karşı İşlenen Suçlar-Seçkin Kitapevi-Ankara-2008-S.195
[8] Yargıtay 4.Ceza Dairesinin 08.06.2006 tarih ve 25/15 sayılı kararı-Yargıtay Tetkik Hakim Hasan Tahsin GÖKCAN-Görevi Kötüye Kullanma Zimmet, Banka Zimmeti, İrtikap Rüşvet Ve Kamu İdaresine Karşı İşlenen Suçlar-Seçkin Kitapevi-Ankara-2008-S.143

23 Şubat 2010 Salı

KAOS OPERASYONLARI


Etimolojik kökenleri irdelendiğinde görülecektir ki batı dillerindeki "assassin" (katil), "assassination" (suikast) sözcükleri de işte bu Haşhaşilerden kaldı. Bu örgütün kurucusu ve büyük üstadı Hasan Sabbah'tı: Hem halifeliğe, hem de o sıralar İran'ın yanı sıra tüm İslam dünyasının hâkimi ve Sünni İslam'ın koruyucusu Selçuklu Türklerine karşı savaş açan bir Şii önderi... Onun düşmanları üzerinde dehşet yaratmak üzere tercih ettiği silah suikasttı. Ama suikastı o icat etmemişti. Dünyanın tanıdığı, bildiği bir şeydi. Eski Mısır'dan Roma'ya, Çin'den Bizans'a pek çok örneği vardı. Taht kavgalarının, iktidar çekişmelerinin olduğu her yerde, suikasta da yer vardı.

Ne var ki, Hasan'ın kullandığı suikast tarzı, hazırlık, hedef, yöntem ve yarattığı etki bakımından farklıydı. Tarihte belki de ilk kez, bir merkezden yönlendirilen bir örgüt, terörü bir dehşet makinesi olarak kullanıyordu. Etkinliği, hiyerarşisi ve disiplin anlayışı bakımından, bir tarikattan çok dinsel/siyasal bir örgüttü bu. Müritler de derviş ya da derviş adayları değil, profesyonel suikastçı idi ve onlara fedailer (dai: davetçi, misyoner) deniliyordu. Eğitim düzeylerine, güvenirliklerine ve cesaretlerine göre çıraktan "üstadı azama" kadar derecelere ayrılmışlardı. Her biri, büyük üstat Hasan Sabbah'ın bizzat belirlediği tekniklerle yoğun bir ruhsal ve bedensel eğitimden geçiyordu. Gerçekleştirilecek cinayet, hem düşmanları, hem de halk üzerinde dehşet, korku ve hatta hayranlık uyandıracak nitelikte olmalıydı. Darbe öldürülecek kişiyle birlikte, onun temsil ettiği değerlere ve halkın duygularına yönelmeliydi.

O yüzden, hedef belirlenirken, intikam duygusundan daha çok, mitsel tarafı ele alınıyordu. Ama bu amaç sadece hedefin niteliğiyle sağlanamazdı, buna uygun yöntem de geliştirilmeliydi. Buna göre, fedailer tek tek ya da ikili üçlü gruplar halinde görevlendiriliyor; tüccar, derviş, dilenci kılığına giren bu kişiler cinayetin işleneceği kente gönderiliyordu. Eylem gününe kadar, kentte herhangi bir olaya karışmamaya ve kuşku çekmemeye büyük özen gösteren fedailer, kurbanlarını izliyor, yaşadıkları yerleri, alışkanlıklarını belliyor ve büyük bir sabırla eylem anını bekliyorlardı. Tüm bu hazırlıklar inanılmaz bir gizlilik içinde yürütülüyordu. Ancak, icraatın, hazırlıktaki gizliliğin tersine açıkta, halkın gözü önünde gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Cinayet yeri genellikle kentin en büyük camisi, tercih edilen gün de cumaydı. Sanki suikast yapmıyor, cuma namazı için toplanan kalabalığa asla unutamayacakları bir gösteri sunuyorlardı.

Hedefteki kişi ne denli korunursa korunsun, bir yolunu bulup üzerine çullanıyor ve bıçak darbeleriyle öldürüyorlardı. Bazıları bıçağı bırakıp kalabalığa söylev çekiyor, bazıları da, soğukkanlılıkla muhafızların gelip kendisini parçalamasını bekliyordu. Neden? Çünkü Hasan Sabbah, nasıl keşfetti bilinmez, etkili bir eylemin sadece can almak, bir hasımdan kurtulmak değil, korku ve dehşet yaratmak olduğunu biliyordu. O yüzden de onun fedaileri sadece cinayet işlemiyor, aynı zamanda kendilerini de feda ediyorlardı.

Bu kez derviş kılığındaydı fedailer. Musul Ulucamii'nde kimsenin kuşkusunu uyandırmadan, bir köşede cuma namazını kılıyorlardı. Musul ve Halep'in Türk Emiri El Porsuki de namaz kılanlar arasındaydı. Etrafı tepeden tırnağa silahlı adamlarla çevriliydi. Ne bir kılıcın, ne de bıçağın delebileceği örme bir zırh giyiyordu. Ama bunlar işe yaramadı. Derviş kılığındaki fedailer, zehirli bir bıçak ile emirin boğazını kestiler. İsteseler camideki panikten yararlanıp kaçabilirlerdi ama buna yeltenmediler bile. Sanki namazdan kalkmış gibi sakin, mutlu ve sevinç içinde ölümü karşıladılar. Emirin muhafızları onları oracıkta parçaladı.

Haşhaşilerin dehşet uyandıran bu cinayeti ne ilk, ne de sondu. Örgütün İslam dünyasını altüst eden ilk eylemi 1092'de gerçekleşmişti. Hedef, adıyla bile Selçuklu İmparatorluğu'nu simgeleyen 75 yaşındaki vezirdi: Nizamülmülk, yani "devletin düzeni". Yıllardır fedailerin hedef aldığı hiç kimse, onların elinden kurtulmayı başaramamıştı. Sultanlar, halifeler, vezirler, emirler, komutanlar bıçak darbeleri altında can vermişti. Fedailerin en zor cinayetleri işlemekle kalmayıp, soğukkanlılıkla ölümü beklemeleri, o çağ insanlarının kanını donduruyor, cinayetin yarattığı dehşet duygusunu katbekat artırıyordu. Ancak "haşhaş" içenler bunu yapabilir diye düşünülüyordu. Onlara Haşhaşi denmesinin nedeni buydu. Yapılan bir tür intihar eylemiydi çünkü. Bu eylemlerden dolayı da "bütün zamanların en korkunç tarikatı" olarak bilindi.

Amerikalı yönetmen Coppola'nın ünlü filmi "Baba"da bir feda sahnesi vardı. Kumarhane işletmek üzere Küba'ya giden Amerikalı mafya önderi, bir militanın kendisini polislerle birlikte havaya uçurmasına tanık oluyor ve derhal "yatırım" yapmaktan vazgeçiyordu. Ona göre, eğer insanlar davaları uğruna kendilerini parçalayabiliyorsa, orada tutunma şansı yok demekti.

Hasan Sabbah'tan bu yana bin yıl geçmişti ve insanlar inançları ya da politik mücadeleleri uğruna kendilerini feda etmeye devam ediyorlardı. Bütün halkların tarihi, kendisini ülkesi, vatanı, inançları uğruna feda eden ve pek çoğu kahramanlar listesinde yer alan insanlarla doludur. Bu yönüyle feda, dehşet verici bir eylem değil, onur duyulan bir davranış olarak algılanıyordu. Düşmana yakalanmaktansa intihar edenler, teslim olmaktansa ölmeyi göze alanlar; örneğin 2. Dünya Savaşı'nın Japon kamikazeleri övgü ve hayranlıkla anılıyordu.

Ancak modern zamanların terör örgütleri, aynen Hasan Sabbah'ın yaptığı gibi, "kendini feda etme"nin ardında yatan dehşet damarını keşfetmekte gecikmedi ve militanlarına "feda savaşçılarını" örnek göstermeye başladı. Bu çılgınlığın bir kez denenmesi yeterliydi ve hangi ülkede yapılırsa yapılsın tüm dünyaya yayılması kaçınılmazdı.

Nitekim öyle oldu; silahlı baskınlara, uçak kaçırmalara, suikastlara, barikat savaşlarına, bombalamalara tanık olan 20. yüzyıl insanlığı, her intihar saldırısında daha çok sarsıldı. Tüm dünyada 270 intihar saldırısında (bunun 18'i Türkiye'de gerçekleşti) binlerce kişi can verdi. Sonunda, yolcu olarak dört uçağa binen cinnetin kollarındaki "19 sessiz adam" tahayyül bile edilemeyeni gerçekleştirdi. Kendileri ve masum yolcularıyla uçakları birer füzeye dönüştürüp "hedef"lere dalış yaptılar. Dehşetin sınırı yoktu artık.

TERÖRLE MÜCADELEDE DEMOKRATİK YAKLAŞIMLAR


TERÖRLE MÜCADELEDE DEMOKRATİK YAKLAŞIMLAR

Günümüzde terör ve örgütlü suçlarla mücadele etmek amacıyla devlete bazı yetkilerin verildiği görülmektedir. Bunlar uzun süreli aktif veya pasif bir şekilde gözleme, izleme, genişletilmiş arama yetkileri, genişletilmiş yakalama yetkisi ve özellikle bilgisayarların suç araştırmasında kullanılması örgüt içine sokulan gizli ajan ve muhbirlerden yararlanılması gibi gizli metotlardır. Bu gibi yetkilerin yasayla düzenlenmesi ve sınırlarının kesin bir şekilde belirlenmesi gerekir. Kişilerin ulusal bilgisayara kaydedilmeleri 1974’ten beri İtalya’da yapıla gelmektedir. Kapalı devre televizyonlar ile kişiler izlenmekte , terör ve örgütlü suçlarla ilgili bilgiler arşivlenmekte dir.
Bir çok demokratik ülkede özel hayatın sınırlarının belirlenmesi ve ihlallerin, suiistimallerin en aza indirilmesi kanunlarla düzenlenmiş bulunmaktadır. Federal Almanya’da 23 Eylül 1992 tarihinde yürürlüğe girmiş bulunan “Uyuşturucu Madde ve Diğer Organize Suçlarla Mücadele Kanunu” ile kabul edilmiş bulunan ve Alman Ceza Hukukuna kazandırılan müeyyideler açıklanmıştır.
Alman Ceza Kanunu’na (StGB) yeni eklenen 43a iki seneyi aşan hürriyeti bağlayıcı cezalarda ‘mal varlığı cezası’ öngörülmektedir. Cezanın ağırlığı failin mal varlığı ile tayin edilmektedir. Almanya da terör ve örgütlü suçların araştırılması değişik metotlar kullanılmaktadır. Örgütlü suçlarda tanık bulmak zor olduğu için Alman Ceza Usul Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle tanığın kişiliği ve kimliği ile ilgili bilgi vermeme olanağı temin edilmiştir.(68 StPO)
Suç failinin taşıdığı belirli kriminolojen özelliklere zehap derecesinde şüphelenilen bireysel deliller bilgisayar aracılığıyla diğer bütün delillerle karşılaştırılarak, şüpheli olmayan kişilerden ayıklanır ve bunların haklarında araştırma yapılarak şüpheli ortaya çıkarılır , buna Trol Ağı Metodu denilmektedir.(98a StPO) Metod şöyle bir örnekle açıklanabilir: Yasa dışı bir örgütçe terör eylemlerinden sonra örgüt evi sandığı bir evde polis bir gazete bulmuştur. Bu gazetenin ilan sayfasında altı çili bir ilandan kiralık üç odalı bir evin arandığı saptanmıştır, gazetenin yayınlandığı süre ile terör eyleminin gerçekleştiği süre içerisinde eylemin gerçekleştiği kent’de kiralanmış bütün üç odalı evler araştırılmış, üç odalı ev kiralayanlarla ilgili bütün bilgiler resmi kayıtlara geçirilmiş ve o beldede oturan kişiler ile karşılaştırılmış sonuçta başka araştırma teknikleri de kullanılarak şüpheli yakalanmıştır.
Alman Hukuku Trol Ağı Metodunun kullanılabilmesi için suçun önemli bir suç olması ön koşul olarak getirmiştir, bu araştırmanın uygulanabilmesi için hakım kararı şarttır. Bu suçlar;Devlet güvenliğini istilzam eden suçlar ,silah ve uyuşturucu kaçakçılığı, ammenin selameti aleyhine suçlar v.b. gibi belirtilmektedir.
Gizli Gözetlemeye Alma (163e StPO) metodunda ise şüphelini kimliğine ilişkin bilgiler bir denetleme sistemine kaydedilir. bu bilgi oto plakası şeklinde kaydedilir. Gözetlemeye tabi tutulan şahıs veya obje belli yerlere kurulmuş bulunan kontrol noktalarından geçtiğinde bu geçiş onun bilgisi dışında olmak üzere kayda alınır. Bu şekilde elde edilen bilgiler bir araya getirildiğinde şüphelinin ve otonun genellikle nerelerde bulunduğu,nerelere gittiği ve kimlerle temas ettiği ortaya çıkartılır. Buna “Hareket Resmi”(Bewegungsbild) adı verilmektedir.
Şüphe kuvvetlendiği zaman ilk defa gizil gözetlemeye alınan kimse ile temas etmiş bulunan herkes şüpheli duruma düşer. Bu tedbirin uygulanabilmesi için önemli bir suç türü olması gerekmemektedir,hakim kararı gerektirmektedir.

Teknik Araçların Kullanılması (100c StPO ) bir başka metod olarak öngörülmektedir. Şüphelinin telefonunun dinlenmesinin ötesinde diğer akustik ve optik bir şekilde uzaktan izlenmesini içerir. Kişinin şüpheli olmayan üçüncü şahıslarla yaptığı konuşmalar hassa teknik aletlerle dinlenir ve resmi çekilir.
Yukarıda açıklanan teknik araçlar ‘İkamet edilen ev içinde ve aleni olarak söylenmeyen’ sözleri kapsamaz. Kanun tasarısında evin resminin çekilmesi ve dinlenmesi tedbiri öngörülmesi tartışılmış isede yapılan tartışmalar sonunda bu yöntem kabul edilmemiştir. İtalya’da ise evin içinin dinlenmesi kabul edilmiştir.
Gizil Ajan Kullanma (110a StPO ) metodu ise bazı polis memurlarına değiştirilmiş kimlik verilerek çeşitli araştırmalar yapmalarına olanak sağlanmıştır. Gizli ajan görevlendirilebilmesi için suçun kanunda gösterilen ağır suçlardan biri olması gerekmektedir. Gizil ajanın örgüt içerisinde göze batmamak için örgütle birlikte suç işlemesi halinde , bunun hukuka aykırı olup olmadığı konusunda önemli tartışmalar yapılmaktadır.
Mağdurun razı olduğu fuhuş ve kumar gibi normal araştırma metotlarının sonuç vermediği suçlarda , zaten işlenmekte olan bir suç türünün tekrarlatılması için faile cesaret verilmesi (encourage) olağan polis metotlarıdır. ancak ilgili kişi,polisin söz konusu davranışı yapılmasaydı, suçu işlemeyeceğini ortaya koyarsa (dumonatete).(entrapment) vardır ,mahkum edilemez.
Gizli ajan bir kişiyi suç işlemeye karar verme noktasında iradesini hukuka aykırı bir şekilde etkileyemez. Mahkumiyete esas teşkil edecek olan eylemler sanık tarafından bizzat işlenmiş olmalı, polis veya gizli ajan tarafından veya sanığa resmi makamlar tarafından bazı fiillerin yapılması için emir verilmiş olmamalıdır.
Ayrıca sanığa sorgu hakkı tanınmalıdır. Sorgu hakkının verilmemesi Yargıtay’ca bozma sebebi sayılmaktadır. (HBB. TCK 1245, 9 CD. E13.04.1992/2189 K .92/2412). Terörle Mücadele Kanununun geçici ikinci maddesinde “duruşmaya gelmeyen sanıkların savcı ve hakim huzurunda alınmış beyanları ile yetinilir.” hükmü yer almaktadır, fakat bu durum sanığın sorgu hakkını kısıtlıyordu.(1 CD. 05.11.1991 E.91/2375, K..91/2610, HBB TCK 1303) Bununla birlikte Anayasa Mahkemesi bu hükmü iptal etmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8.Maddesi ile “muhaberat” korunmuştur. Kitle haberleşmesi 10.madde ile korunduğu için ,bu konu 8.madde dışındadır. Sözleşme burada da kamu görevlileri tarafından yapılan ihlalleri düzenlemektedir.
Telefon dinleme konusu bugün Türk Kanunlarında düzenlenmiş değildir. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunun 91.maddesi “sanığa gönderilen mektup ve sair mersulenin” zaptına izin vermekte ise de, telefon dinlemeğe müsaade etmemektedir. Uygulamada bu madde kıyas yolu ile uygulanmakta ise de, kişi haklarını kısıtlayan alanda kıyas yapılamaz .yasal düzenlemeye telafisi sağlanmalıdır.
Amerikan Yüksek Mahkemesinin telefon dinleme ile ilgili açılan ilk dava olan Olmstead v.US(1928) davasında , polis sanığın telefonunu dinlemişti. Yüksek Mahkeme o zaman bu dinlemenin ,dinlemeyi yapan memur evin dışında olduğu için arama sayılamayacağına karar vermişti. Daha sonra 1934 yılında yürürlüğe giren Federal Muhabere Kanununun 605.maddesinde, yetkisiz bir şahsın telefonları dinleyemeyeceği hükmü yer aldı. Bunun üzerine ,polisin telefonla elde ettiği bilgiler duruşmalarda delil olarak kullanmaktan yasaklandı.
Belli bir numaranın hangi numaralarla konuştuğunun tespiti arama değildir. Bunun yapılabilmesi için hakimden karar almağa gerek yoktur. Hukuka uygun olarak yapılan dinlemelerden elde edilen bilgiler, delil olarak kullanılabilir.
Hukukumuzda mevcut bulunmayan bir koruma tedbiri olarak Telefon Dinlemenin hangi usul ve şartlar çerçevesinde yapılacağı Alman hukukunda ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Ceza Muhakemesi başladıktan sonra adli görevle yapılan telefon dinlemeler Ceza Muhakemesi Kanunu ile düzenlenmesi gerekmektedir. Önleme amaçlı dinlemelerde hakim kararı aranmamaktadır. Mesela Türk Başkonsolosluğunun telefonlarını dinleyen Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı,önleme amaçlı dinlediği telefondan,Türk hükümlülerle çalışan bir Alman görevlinin, hükümlülere ait bilgileri Konsolosluğa naklettiği tespit edilmiş ve ilgili hakkında casusluk suçlamasıyla dava açılmıştır.(StGB 99/1). Federal Yargıtay burada telefon dinlemeden elde edilen delilin burada kullanılabileceğine karar vermiştir.
Üzerinde verici taşıyan bir ajan ,evvelce tanıdığı bir kişi olan sanığın evine girmiş ve onunla yapmış olduğu konuşma dışarıdan kaydedilmiş. Bu konuşmada sanık kendini mahkum ettirecek sözler söylemiş fakat mahkeme ajanın şahsın özel mülküne girdiği için delilin geçersiz olduğuna karar vermiştir.
Başka bir olayda cebinde mini teyp olan ajan sanıkla çeşitli konuşmalar yapmış, sanık bu konuşmada rüşvet istemiş ve bunlar banda kaydedilmiştir. Olayda bant kaydı mahkemede “tanığın hafızasını güçlendirmek için dinlenmiş” fakat delil olarak kabul görmeyerek mahkûmiyet kaydı ajanın tanıklığından kaynaklanan delile dayandırılmıştır.
Bu konu ferdi hak ve hürriyetlerinin korunması bakımından önemlidir. Uygulamanın çeşitli eleştirileri davet ettiği görülmektedir. Düzenlememe hali bir eksikliktir. Bu nedenle Karun’un bu konuyu düzenlemesi gereklidir. Böylece hem eleştiriler karşılanmış hem de ferdi hak ve hürriyetler güvence altına alınmış olacaktır. İleride yapılabilecek bir düzenlemede;
a:Bir olayın faili , şer iği, suça teşebbüs edeni veya bir suçu işleyip diğer suça hazırlanmakta olan sanıklar hakkında somut olaylara dayanarak bir şüphe hasıl olursa.
b:Sanık veya sanıkla ilgili olan kişilerin haberleşmelerinin dinlenmesi.
c:Vatana ihanet,Demokratik hukuk devletini tehlikeye düşürme,adam öldürme,Terör ve örgütlü suçlar v.b. gibi belli suçlar bakımından kabul edilmelidir.
d:Haberleşmenin denetlenmesi kararının yazılı şekilde verilmesi gerekir. Söz konusu kararda hakkında tedbir uygulanacak kişinin adı ve adresi,uygulanacak tedbirin cinsi,kapsamı ve süresi yer almalıdır.
Yukarıda ki açıklamalardan ‘da anlaşılacağı üzere Türk Hukukunda önemli değişiklikler yapılmalıdır. Terörle Mücadele Kanunu usul hükümlerini içermemektedir. Sadece terör tipi örgütlü suçluluğu göz önünde tuttuğu içinde eks****. Bu nedenle bütün örgütlü suçluluk tiplerini göz önüne alan, örgütlü suçlar sonucu elde edilen kara paranın aklanmasını ve takip edilmesini de içine alan kapsamlı bir düzenleme yapılmalıdır.

Yasal düzenlemelerin maddi ceza hukukunu ilgilendiren yönlerinin Türk Ceza Kanununca, polisin araştırma yöntemlerini ilgilendiren kısmının ise Ceza Muhakemesi Usulü Kanununca yapılması yerinde olacaktır. Yapılacak yeni bir düzenlemede Terörle Mücadele Kanunu yürürlükten kaldırılarak “Örgütlü Suçlarla İlgili Mücadele Kanunu” adı altında yeni bir hukuk normu oluşturulmasının yaralı olacağı ve terörle mücadelenin demokratik bir platformda ,bireyin hak ve özgürlüklerinin ihlalini en aza indirgeyen bir yaklaşım tarzı sergilenmelidir.



İsa GÜNEŞ

2 JESCHECK , Hans&. H , Heinrick ., Alman Ceza Hukukuna Giriş (StPO ) .,1989 Berlin
3 KAVGACI , H. İbrahim ., Poliste Demokratik Yaklaşımlar., 1989 Ankara
4 DÖNMEZER , Sulhi ., Sosyal Damgalama Projesi ., İstanbul Hukuk Fak.yay.p.,125
5 GÖLCÜKLÜ ,Feyyaz., Ceza Hukuku Dersleri ., Ankara 1989
6 AKINCI , Füsun. Sokullu ., Polis Alt Kültürü ve İnsan Hakları., İstanbul 1986
7 KARABENLİ ,Metin ., Krımınalistik ve Krıminal Polis .,1989 İstanbul

TEŞKİLATTA BEYİN GÖCÜ


“Devletin çocukları” yol ayrımında

Ağır çalışma şartlarına rağmen ekonomik sıkıntıları ve yönetimden kaynaklanan problemleri çözülemeyen polisler birer birer teşkilattan ayrılıyor. Özellikle yurtdışı tecrübesi olan, yabancı dil bilen polis müdürleri yüksek maaşlarla özel sektöre transfer oluyor. Özel güvenlik yasa tasarısının çıkmasıyla tetiklenen ayrılmalar, güvenlik zaafı oluşturacak boyutlara ulaştı.

Halen 784 birinci sınıf ve 682 ikinci sınıf emniyet müdürünün bulunduğu teşkilattan sadece 2004’te 89 müdür ayrıldı. Son 4 yılda, emekliliğini talep ederek ya da istifa yoluyla ayrılan emniyet müdürlerinin sayısı ise 479. Bir başka ifadeyle Polis Akademi’sinden 1985 döneminde mezun olan 160 kişiden 85’i bugün teşkilatta değil.

Polisin hayat ve çalışma şartları kolay değil. Haftada en az 6 gün çalışacak, 12 saat mesai yapacaksınız. Üstelik mesailer olağanüstü olaylar sırasında 16 saate kadar çıkıyor. Çalışma şartları zor. Bir de hayati tehlike var. Ayrıca, tayinlerle Türkiye’nin dört bir tarafını dolaşmak var. Bütün bunun yanında maddi bakımdan ortada özenilecek bir tablo yok. Devletin bir düzenleme yapması lazım. Aksi takdirde polis kadroları çok kısa sürede boşalır. Kanun çıkarsanız dahi emeklilik yaşına kadar tutabilirsiniz.

Eskiden hava kuvvetlerinde yaşananlar şimdi emniyette yaşanıyor. Devletin verdiği imkânla özel sektörün verdiği arasındaki fark azaltılmalı. Aksi takdirde sıkıntı artacak. Emniyette terfiler çok hızlandı. Yukarıda bir şişkinlik oldu. Piramit bozuldu, bir anlamda tersine döndü. Alttan gelenler için yol tıkandı. Poliste yetişmek zaman ister. Bu mesleği yapanlardan hep fedakârlık beklemek doğru olmaz. Bir yere kadar fedakârlık ama bazı şeylerin de sağlanması lazım.

“Devletin çocukları” yol ayrımında

Aşağıdaki ifadeler, mesleğinin zirvesindeyken teşkilattan ayrılan ve özel bir şirkette yöneticilik yapan eski bir emniyet müdürüne ait.
“Biz annemizin babamızın değil, devletin çocuğuyduk. 16 yaşında koleje girdik. Ne doğduğumuz topraklara ne de tayin olduğumuz şehirlere ait hissettik kendimizi. Gün oldu 24 saat çalıştık. Ama gösterdiğimiz fedakârlığın karşılığını göremedik. Devlet elleriyle büyüttüğü, büyük yatırımlar yaptığı evlatlarını göz göre göre harcadı, harcamaya devam ediyor.”

Ayrılmalarının sebebini üç ana başlıkta toplanılabilir: “Birincisi polis sayısı yeterli değil. 5 polisin yapması gereken işi bir polis yapıyor. İkincisi yapısal bozukluk ve üstteki yığılma. 8-10 yıldır üst kademelerde bir yığılma var ve alt kadrodakiler ‘benim il emniyet müdürü olma imkanım yok’ deyip ayrılıyor. Yığılma çok olduğu için işin içine siyaset dâhil her şey giriyor. İyi yetişmiş yeni neslin umutları kırılıyor. Üçüncüsü de teşkilattaki gizli işsizlikte kronik bir sorun olarak sırıtıyor.

Teşkilatın ekonomik sorunlarından daha fazla yönetim sorunu olduğu da yadsınamaz bir gerçek şüphesiz. Ayrılma sebepleri arasında ‘sık tayinler’ önemli yer tutuyor. Ayrıca “Üretemediği için ayrılanlar da var”.Teşkilatta yaşanan en büyük sorunlardan biri Organizasyon yapısında ciddi bozukluklar olması. İşini çok iyi bilen, teknik bilgisi yüksek, dil bilen personel ilgisiz şubelere ya da şehirlere atanıyor. “Tecrübe, bilgi ve birikimimi teşkilata destek olmak için kullanmak isteyen ama yeni arkadaşlarda psikolojik bir yılgınlık içinde bulunan, hiç birinin emniyet müdürü olmak gibi bir umudu kalmadığı için dışarıdan iş bakmakta olan hala onlarca müdürümüz mevcut.

Özel güvenlik yasa tasarısının yürürlüğe girmesinin ayrılmaları tetiklediğini, fakat tek başına ana sebep olmadığı görülmektedir. Emniyet teşkilatından ayrılmalarda şüphesiz özel güvenlik yasasının çıkması ve çok sayıda güvenlik şirketinin kurulması etkili oldu. Fakat değişen güvenlik kavramı, özellikle 11 Eylül sonrası oluşan ortam farklı bir açılımı beraberinde getirdi. İstihbarat almak çok daha önemli oldu ve bunun için birçok büyük şirket, güvenliğini polise emanet etmeye başladı.

Sonuç olarak; tüm hayatını adadığı teşkilattan ayrılırken hiç kimsenin ‘dur nereye gidiyorsun?’ demediği bir ortamda sevgisizlik ve ilgisizlik polisleri teşkilata karşı soğutuyor.” “Devletin emniyet mensuplarına polis olarak kalabilecek asgari şartları sağlaması gerekiyor.” Teşkilatta bariz bir işletme körlüğü var. Emniyet teşkilatı yapısal sorunlarını çözmezse ve palyatif çözümler üretemezse yakın zamanda daha fazla personelini özel sektöre kaptıracak. Şimdi çok yetenekli ve donanımlı arkadaşlar mezun oluyor. Onlara bakınca gıpta ediyorum ama gelecekleri hususunda ciddi endişelerim var.

Bir Meslek Hastalığı


Akademi den mezun olduğumdan bu yana kadrocuyum, kadrocuların çektiklerini içeriden bakan bir göz olarak, farklı bir şekilde gözlemleme imkânımızın olduğunu düşünüyorum. Ama aşağıda anlatılanlar ise ömrü hayatında kadro yüzü görmeyen bir kardeşimizin değerli gözlemleri.Hani derler ya, kavgayı dışarıdan bakan daha net görür diye.

Olur ya, maçı, saha kenarındaki teknik direktör daha iyi gözlemler ve maçın gidişatını etkilemek için maçtan önce yaptığı hazırlıklarla yetinmez ve sahaya sürdüğü oyuncularını maç anında da gözlemler ve o andaki hatalarını düzeltecek talimatlar vermeye devam eder. Maçın heyecanına ve hızlı temposuna kendini kaptırmış olan oyuncular, içinde bulundukları o psikoloji ile ne yaptıklarını ve o anda nasıl hareket etmeleri gerektiğini tam kestiremedikleri durumları, aradan zaman geçip, maç bittiğinde izlerler ve bazen ne kadar basit yanlışlar yaptıklarını ancak o anda fark ederler. Keşke öyle değil de, şöyle yapsaymışım derler.

Ama olan olmuş, zaman geçmiş, maç bitmiştir. İşte bu sebeple, maç anında teknik direktör, oyuncuların farkına varamadıkları veya farkına varıp da o an için önemsemedikleri konuları, hemen o anda oyunculara hatırlatıp, hatalarını anında düzeltmeye çalışır ki, zaman geçmeden durumu kendi lehlerine çevirebilsinler.

Benzetmek yanlış olmazsa, kadrocuları da, sahadaki oyuncular gibi görmüşümdür. görevi başarıyla yerine getirmek amacıyla koşturup dururlar. Bu yolda evlerinin yolunu, çocuklarını kaçıncı sınıfa gittiğini unutanlar bile vardır. Hatta bununla övünen, emekliliği gelmiş polisleri gördüm ben.

Ama zaman öyle akıp geçtikten sonra bu polisler bir de bakıyorlar ki; hayatları sadece ve sadece meslekleri olmuş. Özel hayat, aile hayatı, eş ve çocukla yeterince ilgilenme, birlikte vakit geçirme gibi insan için gerekli olan şeylere gereken zamanı ve önemi vermemişler. Birileri de onlara bu önemi hatırlatmamıştır. Bir de emekli olunca sanki bir boşluğa düşmüş gibi olanların sayısı hiç de az değil diye düşünüyorum.

Bu durum belki onların suçu değil. Polislerin böyle insancıl ihtiyaçlarının da karşılanabilmesini düşünmek, o polislerden daha çok, onları sahaya sürenlerin temel görevi değil midir? Teşkilatımızın yine ezber cümlelerinden birisi olan (üst eleştirilmez!!) masalı gereği bazı şeyleri açıkça söyleyemiyorum belki ama durumu dikkatli bir şekilde izleyen bir göz, polisin yukarıda saydığım ihtiyaçlarının bu zamana kadar çok da giderilemediğini rahatça görebilir ve bunun suçlularının kimler olduğunu rahatça anlayabilir.

Siz bir insanı arı kovanının yanına gönderiyorken, o insanın üzerine koruyucu kıyafetler vermiyorsanız ve sıkıntı çıkınca da o adamı suçluyorsanız, ortada bir yanlışlık var demektir. Bir kalorifercinin bile, çalıştığı işten dolayı zehirlenmesin diye, yanlış bilmiyorsam günlük yarım litre süt veya yarım kilo yoğurt istihkakı var.

Polisin insan olarak ne hakkı var?

Bu konuları kadrodaki meslektaşlarımıza zaman zaman muhabbet esnasında anlatmaya çalışıyordum ama kadro virüsü kanlarında dolaştığı için, bu anlattıklarımın, yakın zamana kadar, onlar tarafında pek de kabul gördüğünü söyleyemem. Bu 'yakın zaman' dediğim, ab uyum süreci oluyor. Belki de bu sürecin bize (polise) sağladığı birçok yaradan birisi de bu oldu. Yani polisin, kendi asıl görevlerini ve yetkilerini bilmesine ve üstüne lüzum olmayan işlere sürülmesinin engellenmesine az da olsa katkısı oldu.

AB süreci bence şu zaman kadar, hiyerarşi adı altındaki meslek içi hak ihlallerine, 'fedakârlık gerektiren bir meslek masalı' altında polisin köle gibi çalıştırılmasına, üstlerin keyfi muamelelerine vb birçok alışılagelmiş polislik sıkıntılarına karşı polislerin kendi durumlarını yeniden düşünmelerine vesile oldu.

Aklını çalıştıran, okuyan ve dünyada ne gibi yeniliklerin olduğunu merak eden polislerin, uyanmalarına, kendi haklarını öğrenmelerine ve yeri geldiğinde haklarını kendi üstlerine karşı da olsa, aramalarına vesile oldu. Polisin kendini sorgulamasına, 'neler oluyor? Neden böyle oluyor? Bunun daha insanca yapılma yolu yok mu? Polisi yöneticiliğinin, polislik uygulamalarının, polislik mesleğini icra etmenin daha insancıl ve daha medeni yolları yok mu?' gibi sorular sormaya başlamasına vesile oldu.

Kısacası, aklını çalıştırabilen, beynini nezarethanenin dört duvarı arasına sıkıştırmadan geniş düşünebilen polislerin uyanmasına vesile oldu. Polis teşkilatının daha insancıl hale gelmesine bir kapı araladı ve artık o kapı iyice açılmaya başladı. Tabii bütün bunlar benim düşüncelerim, benim görebildiklerim. Elbette ki farklı düşünenler olacaktır. Bunları söylerken de; yanlış anlaşılmasın, kadroda canla başla çalışmasınlar demiyorum. Bunu kimse de söyleyemez. Bir iki yıl içinde belki ben de kadroya çıkacağım ve hatta belki de o arkadaşlarımdan daha da fazla kendimi kaptıracağım. Onu şu an bilemem. Fakat odunu keserken baltayı bilemeye de zaman ayıralım diyorum.

Hikâyeyi bilirsiniz; akşama kadar odun kesen iki arkadaştan birisi, durmadan dinlenmeden akşama kadar balta sallamış. Diğeri de zaman zaman oturup dinlenmiş, yemek yiyerek güç toplamış, bu molalar esnasında baltasını bilemiş ve çalışmaya devam etmiş. Akşam olup, kestikleri ağaçları saydıklarında, dinlenen adamın, harala gürele çalışandan daha çok ağaç kestiği ve kendini daha az yıpratmış olduğu ortaya çıkar. Mesleğimiz önemli ama ailemizi ihmal edecek kadar, mide kanseri olacak kadar vb. şekilde kendimizi yıpratmamaya dikkat edelim diyorum.

Hangi meslekte insanlar, çocuklarının doğumuna, babasının ölümüne, anasının hastalığına, bayramlara vb. gidememeyi normal sayıyorlar? Bu durumları doğal saymak, insanlık duygularından bazılarının öldüğünü gösteriyor olabilir mi? tekrar söylüyorum; ben kadro yüzü görmediğim için pek bilmiyorum ama kadrocu arkadaşların anlattıkları bazı amir ve müdürler var. Arkadaşlar, bu insanların polislik adına astlarına yaptıklarını anlattıkça, inanın içime sindiremiyorum. Kendi emri altındakilere bunları yapanlar, değil amir/müdür, insan bile olamazlar diyorum.

Bu davranışların neler olduğu konusuna burada girmeyeceğim. Çünkü eminim ki bu yazıyı okuma zahmetini gösterenlerin bu konularda benden çok daha fazla tecrübeleri ve bilgileri vardır. Birçok kadrocudan duyduğum şu ortak sözleri aktarmak istiyorum: 'bizim mesleğimiz gibi, kendi teşkilat mensubunu ezen, insan yerine koymayan, insani haklarını bile gasp eden başka bir teşkilat yoktur bu memlekette de dünyada da. Ben o sıkıntıları yaşamadığım halde, arkadaşlarımın halini gördükçe inanın çıldıracak gibi oluyorum. daha çok söyleyecek şey var ama..........

Son söz olarak en vahimini de söylemek istiyorum; Bunca sıkıntıya rağmen, kadroda çalışan bizler, tüm bu olanları mecburen kanıksamışız adeta. Artık polise yapılan haksızlıklar hakkında konuşmayı bile lüzumsuz görüyoruz. Böyle çalışmayı kabul etmiş bir hali var birçoğumuzun. Hani psikolojide 'öğrenilmiş çaresizlik' diye bir şey vardır ya. İşte ona tutulmuş birçok meslektaşımız.

22 Şubat 2010 Pazartesi

EMEKLİ BİR EMNİYET MÜDÜRÜ’NÜN HATIRALARI


EMEKLİ BİR EMNİYET MÜDÜRÜ’NÜN HATIRALARI

“Bu hatıralar Moritanya’da Emekli bir Emniyet Müdürü’ne aittir. Kişiler ve Olayların bazıları daha akıcı olsun diye isimler Türkçeleştirilmiştir. Gerçek kişi, zaman ve olaylarla hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. Tercümeden kaynaklanan cümle kurguları ve imla hataları için kusura bakmayınız.”


Kısa bir süre oldu emekli olalı. Ne kadar da çabuk geçmiş zaman. Otuz küsur sene dile kolay. Büyük ümitlerle başlamıştık mesleğimize. Tam 180 ateş parçası. Vatan için canını vermeye hazır, gözünü budaktan esirgemeyen tam 180 kişi. Dağılmıştık bir anda ülkenin dört bir tarafına. Büyük ve de önemli adamlardık. Ülkemizin asayişi için vardık. Gecemizi gündüzümüze katıyor, o operasyondan bu operasyona, o faili meçhulden diğerine…

Bende orta ölçekli bir kente tayin olmuştum. Karakolda başlamıştım ilk görevime. Kısa bir süre sonra asayiş şubeye verildim. Önce hırsızlık büroda çalışmaya başladım. Artık gecem ve gündüzüm birbirine karışmıştı. Uykum son derece azalmış, devamlı çalışmaya, koşturmaya başlamıştım. Hafta içi, hafta sonu farkı yoktu artık benim için. İzin mi? Senede 20 gün iznimin bazen hepsini bile kullanamıyordum. Hafta da bir gün de olsa izin kullanma sansım bile yoktu. Her bayram annem- babam gelirdi aklıma. Ama herkes bayram yaparken biz çalışmak zorundaydık. Hatta herkes rahat bayram geçirsin diye, bizlere ek görev bile çıkıyordu. Varsın olsun biz bu ülke için son derece önemli idik ve bu ‘fedakârlığı’ birilerinin yapması gerekiyordu. Bazen çok yorulduğumu hissederdim. Nedense maç veya konser görevleri hep de bu zamanlara tekabül ederdi. Onca sorgunun, koşuşturmanın üstüne birde bu ek görevler hayatımı bazen oldukça zorlaştırıyordu. Toplantılar, konserler, sınavlar…

Evlendim. Birde oğlum oldu. Artık 3 kişi olmuştuk. Bense hırsızlık bürosu sonrası, cinayet bürosunda görevlendirilmiştim. Tempo hiç düşmüyordu.’Fedakârlık’ gerektiriyordu bu işler. Birilerinin yapması lazımdı. Bu duyguyla kendimize verdiğimiz değer bir kat daha artıyor, bununla gurur duyuyorduk. Bu arada çok yoğun is temposundan dolayı evime, esime ve oğluma da yeterince zaman ayıramıyordum. Hatta kendime bile. Çok istiyordum yüzmeyi, spor yapmasını ama vakit nerde… Bir seferinde kıracağım bu şeytanın bacağını diyip atladım havuza. Ama bin pişman oldum. Telsiz, telefon derken birde şube müdüründen okkalı bir fırça yedim. Adam avazı çıktığı kadar bağırıyordu.’Ne isin var senin havuzda…’ o gün anlamıştım biz polislerin bir kaç saat bile olsa kendilerine ayıracakları zamanı olamazdı. Hele çocukluk arkadaşım Doktor Mehmet ve öğretmen Haluk’u ailece yemeğe davet ettiğim aksam aklımdan hiç çıkmaz.

O gece üç eski kafadar ailece, tesadüfen de olsa aynı kent’te olmanın tadını çıkaralım diye bizim evde bir araya gelmiştik. Hanımlar, çocuklar, beyler hep beraber yemek yedik, kahvelerimizi yudumlarken bir taraftanda eski günleri yâd ediyorduk. Bir anda telsizde bir cayırtı koptu. Birini silahla vurmuşlar… Şube müdürümüz beni anons etti ve o tok sesiyle ‘Nerdesin?’ diye kükredi. Bende evdeyim diyince son derece sert bir ses tonuyla ‘Çabuk beni ara!’ diye bağırıverdi. Evde sessiz bir gerginlik vardı. Çocuklar bile susmuş bana doğru bakıyordu. Lanet olsun böylesi durumlarda pancar gibi olurum, galiba yine olmuştum. Ellerim titreyerek telefonla müdürümü aradım. Sesini ev halkının duymaması imkânsızdı:

—Ne isin var senin evde? Saat daha 23.30! Sen nasıl amirsin…

Arkadaşlarım ve ev halkı dona- kalmıştı. Kafamı kaldıramıyordum. Esim, oğlum, çocukluk arkadaşlarım, esleri… Herkes ağzı acık bana bakıyordu. Çok mahcup olmuştum. Ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Gayet kotu bir ses tonu ile onlardan izin istedim ve misafirlerimi evde bırakıp ayrıldım… Sabah 05:00 a kadar çalışmıştım ve sabah işlemleri tamamlamak ve şahısları adliyeye çıkarmak için 4 saat sonra tekrar şubeye gelmek zorunda idim. O gün yasadığım mahcubiyeti hala unutamıyorum. O günden sonra bir daha kimseyi davet etmedim evime. Restoranda ailemi bırakıp ayrılmak zorunda olduğum zamanlarda hiç az değildi.

Neyse olur böyle şeyler diye devam ettik yolumuza. Bazen is saatlerimin uzunluğu evdeki huzurumuzu da olumsuz etkiliyordu. Oğluma yeterince zaman ayıramıyordum. O da sık sık bu konuda sitem ediyordu. ‘…ama baba Mehmet ve Haluk amca çocuklarını hep parka, sinemaya götürüyorlar… “Ne’olur BABA ne’olur…” Kocaman oldu kerata şimdi. Ama ‘Ne’olur’ ları hala kulağımda.

Neyse güzel kardeşim zaman geçiyordu. Rütbemiz biraz daha artıyor, etrafımızda olanları biraz daha sorgular hale geliyorduk. Enteresan olan arkadaşlarım doktor Mehmet ve öğretmen Haluk ta devlet memuruydu, bende. Onların mesailerinin bir sonu vardı, bizse… Hele bir seferinde acık öğretim sınavı vardı. Ben ve Haluk aynı okulda görevliydik. Sevinmiştim. Biraz sohbet ederiz demiştim kendi kendime. Sınav sabah 09:30 başlayacaktı. Biz 07:30 da görev aldık, fakat okulda henüz kimse yoktu ve kapıları da acık değildi. Neyse yaklaşık yarım saat veya 45 dak. Sonra hademe esneye esneye okula geldi de çok şükür, o soğukta dışarıda beklemekten kurtulmuş olduk. Ardından mıdır ve sonrasında 08:30 gibi öğretmenler geldiler.

Öğrencileri aradıktan sonra okula aldık ve sınav başladı. Öğlen 12:30 da sınavların bir kısmı bitmişti. Tüm sınavlar ise saat 17 .00 de bitecekti.Bizim Haluk 12:45 gibi merdivenlerde göründü.Ayak ustu bir sohbet ettikten sonra müdürün odasına girdi. Kapı acık olduğu için gayri ihtiyari içeri baktım. Birde ne göreyim. Mudur bizim Haluk’a para veriyordu. Çıkışta ‘Oğlum Haluk ne istir?’ diye sordum O da ‘Emeğimin Karslığı.’ Dedi. Ardından ‘Öğleden sonra görevli değilim. Paramı da aldığıma göre, öğleden sonra hanım ve çocuklarla bir yemeğe giderim.’ Dediğinde kan beynime fışkırmıştı.

Sabah hademeden bile önce gel, tüm gün görevli ol, hatta birde kurye aracını bir saat bekle, sonra avucunu yalaya yalaya don. Haluk’ta devlet memuruydu bende. Haaa sonradan öğrendim ki meğer bizim doktorda maç görevlerinde özel ücret alıyormuş. Bana ‘paramı vermezlerse şurdan şuraya adım atmam’ dediğinde ise nabız atışlarımı 100 metre uzaktaki bir sahsın bile fark etmemesi mümkün değildi.

Ertesi gün büro amirimize bu yaşadığım olaylardan bahsettiğimde aynen “Aslanım güvenlik bizim asli görevimiz.” Demişti ama tatmin olmamıştım. Eğer güvenlik benim asli işimse sınavda öğretmenin asli isiydi. Eğer O’ na emeğinin karşılığı hemen nakit olarak takdim ediliyorsa, bana neden edilmiyordu? Aslında verdikleri para umurumda bile değildi ama kanıma dokunuyordu yasadıklarım. Eğer ikimizde memursak neden aynı muameleyi görmüyorduk. Sonradan öğrendim ki toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde ‘hükümet komiserleri’ diye atanan insanlar bile bedavaya is yapmıyorlarmış. Bu cifte standardın anlamı neydi? Ayrımcılık mı? Sahipsizlik mi? Bastırılmışlık mı? Kimi meslektaşlarım bunu hala ‘Fedakârlık ‘ olarak ifade ediyorlardı ama bence bu iste bir yanlışlık vardı.

Zaman geçmeye devam ediyordu. Ama is bitmek bilmiyordu. Hala yoğun bir tempo, hala gece 2 lere 3 lere kadar çalışıyoruz. Koşturuyoruz. Oğlum yanımda ama benden uzak büyümeye devam ediyordu. Esimle zaman zaman tartışmalarımız devam ediyordu. Konu yine aynıydı. Eve ve çocuklara yeterli ilgiyi gösteremiyordum. Ama halime şükür ediyordum. Her şeye rağmen esim ve çocuklarım yanımdaydı. Ya arkadaşlarımın yasadıklarını bende yasasaydım. Esim çocukları alıp gitseydi. Yeter artık deseydi. Şükür diyordum kendi kendime…

Bazen polisleri hayaletle savaşan insanlar olarak görüyordum. Aynı bir bilgisayar oyununa benzetiyordum. Biz vuruyoruz ama o aynen hiç vurulmamış gibi karsımıza çıkıyordu. Evet biz işlem yapıyorduk, adam benimle beraber adliyeden çıkıyordu. Biz aynı adamı tekrar yakalayıp işlem yapıyorduk ama o yine dışarı çıkıp aynı şeyleri tekrar yapmaya devam ediyordu. Kısır bir döngü diye düşünüyordum. Olaylar artıyordu. Arttıkça emniyet müdürü şube müdürünü, şube müdürü de bizi sıkıştırıyordu. Biz alıyorduk adliye çoğu zaman bırakıyor, bazen kısa bir sure içeri atıyor. Sonra adam çıkıyor, aynı isi yine yapıyor müdürler birbirini sıkıştırıyor, sonra tekrar aynı hikaye kısır döngü gibi geliyordu.

Olan zavallı vatandaşa ve bize oluyordu.Olan güzel Mogadişu’muz un huzuruna oluyordu.Sistem böyle işlediği taktirde içerden çıkanlar , daha büyük islere koyuluyor , olay bu kısır döngü içerisinde devam ediyordu.Ama göz önünde polis olduğu için sanki bu döngünün müsebbibi polismiş gibi herkes bizi suçluyor, herkes bilinçli veya bilinçsiz bir şeyler söylüyordu..Birinin onlara kalkıp ‘olayın aslı bu…’ demesi lazımdı.Ama nedense bize aslan kesilen büyüklerimiz , is bu konuya gelince suskun kalıyordu. Nasıl adlandırmak lazımdı bu konuyu.’Korku?’ ‘Kavrayış eksikliği?’ ‘kendini ifade etme kabiliyeti eksikliği?’ Bilemiyordum.

Moritanya Polisi ‘şamar oğlanı’ olmuştu. Bilen bilmeyen. Anlayan anlamayan. Herkes kendince bir yorum yapıyordu. Acımasızca polisi eleştiriyordu. Oysa biz evimizin yolunu unutmuştuk, oysa biz ailemizi unutmuştuk.’Fedakârca’ hiç bir memurun çalışmadığı kadar çok çalışıyorduk. Hafta içi, hafta sonu demeden, bayram seyran demeden… Hem de öğretmenler, doktorlar… Gibi ekstralarda ücret bile talep etmiyorduk. Güvenlik bizim asli isimizdi. Ama neden ama neden…

Olay sadece bu kadar da değildi. Beraber görev yaptığımız savcılar sanki açığımızı arıyormuş gibi hareket ediyorlardı. Sanki biz suçlularla, savcılarsa bizlerle savaşıyordu. En ufak bir konuda soruşturma açmakla tehdit ediyor, çoğu zaman ise hemen açıyorlardı. Devletin aynı isle görevlendirdiği bir kurum diğerine neden böyle davranıyordu. Savcı her seferinde karşısında amir mi varmış, müdür mü fark etmez. Acıyordu ağzını yumuyordu gözünü. Gözümüzde büyüttüğümüz müdürlük makamı, bu olanlardan sonra aslında o kadar da büyük gelmiyordu. Ama bir turlu ne bir araya gelip çözüm amaçlı konuşabiliyorduk, nede “Ey halk bu işin aslı böyle değil…” diye bir açıklama yapılıyordu.

Ne itibar kalmıştı ne yaptığımız işten tat alıyorduk. Oysa ne umutlarla girmiştik. Polis kolejine. Akademiden mezun olurken ne kadar da idealisttik… Herkeste bir bezginlik, herkeste bir ümitsizlik baş göstermişti. Oysa olayı bu noktaya getirmek ne kadarda tehlikeliydi. Sokaklarda devlet hâkimiyetinden bahsetmek abesle iştigal gibi gelmeye başlamıştı. Güpegündüz maskeli adamlar silahlı soygun yapıyor, yolda yürüyen insanlar kaçırılarak tecavüze uğruyor, insanlar geceleri evlerinde uyuyamaz hale geliyordu. Bazen acaba bütün bunlar kasıtlımı yapılıyor diye aklıma gelmiyor değildi. Ama neylersin ki herkes gibi türbinlerden, boyumuz yettiğince sahanın geneline bakmaya çalışıyorduk.

Hele şu tayin olayı yok mu, artık ev taşıma olayı kâbusum olmuştu. Her seferinde yeniden ev bul, pahalıydı, ucuzdu, çocuğun okulu, eşyalar kırılır… Sadece iller arası tayin değil bazen en olmadık zamanlarda ilçeye tayin yazısını masanda bulursun. Hemen çocuğun bir kez daha gözünün önüne gelir. Gariban çocuk kaç okul değiştirdi kim bilir. Ama ilkokulu 3. okulda bitirmişti galiba. Hatta yurtdışında bulunmuş bir arkadaşım oradaki polislerle konusunca bu tayin olayını bir turlu anlatamamış. Adamlar her seferinde bir soru sormuşlar:’Esin eski görev yerinde mi kalıyor?’ ‘Ya çocuğun, okul? eşyalar?’ sorular hiç bitmiyormuş.En sonundaki soru ise çok anlamlı ‘Peki bütün bunlara ne gerek var?’Tabi anlamak lazım adamları.Karıncaya fili tarif etmek zor istir…

Çok istemiştim yurtdışına görevli olarak gidebilmeyi hem maddi olarak rahatlayacaktım, hem de oraları da görmüş olacaktım. Fakat nasip değilmiş. Giden çok arkadaşımız olmuştu. Özellikle devrem Doğan’ın anlattıkları çok ilgimi çekiyordu. Akıllı çocuktu Doğan… Hem okuma alışkanlığı hat safhadaydı, hem de etrafını çok iyi gözlemliyordu. Hatırladığım kadarıyla misyonda birçok farklı kuruma ait personel olduğundan, fakat en az itibar gören kurumunsa teşkilat mensuplarımızın olduğundan fazlasıyla bahsederdi.’Kendi kurumumuzla diğer kurumları kıyaslayınca, Moritanya da ki teşkilatımıza ait itibar ayaklar altında’ derdi.

Ardından eklerdi ‘Biz kullanılıyoruz aslanım, iliklerimize kadar sömürülüyoruz.Bize yaptırdıkları mesaiyi diğer hiç bir kurum yapmaz iken,onlara tonlarca maaş veriyor bizlerse, 3 kurusa bekçilik yapıyoruz.Birde polise omuz üstünden bakmıyorlar mı.İşte adamı en çok rahatsız eden konuda bu yiğidim.Bizler yaptığımız isin adını ‘fedakarlık’ koymuşuz ama,bunun ne işveren farkında nede diğerleri.Bizi Kandırıyorlar aslanım!!!’ deyisi hep aklımdadır.Kimi arkadaşlarımız ‘Hadi canım sende’ derken, bense zaman içerisinde Doğan’ın ne kadar haklı olduğunu fark ettim.

Mesleğin üst kademelerine yükseldiğimde, aldığım maaşla oturduğum makam arasında büyük bir uçurum olduğunu düşünmeye başlamıştım ki, zaman beni haksız çıkardı. Evet, aslında oturduğumuz makamlarda o kadar büyük ve de önemli yerler değilmiş. Bunu devrem Salih’in Ahmet’in ve ya Aydın’ın görevden alındıkları zaman anlamıştım. Bizlerin meslek hayatı boyunca ideal edindiği, ‘Bir gün bizde o makamlara gelir miyiz?’diye düşündüğü, oralara gelebilmek için 25-30 senemizi verdiğimiz makamlar,10 dakika içerisinde hazırlanmış 3-4 satırlık yazı ile son bulabiliyordu. Hem de en basit, en anlamsız sebeplerle. Çoğu zaman ise diyet niyetiyle…

Simdi sorarım kendime ’Bu kadar kolay elinden alınabilecek bir şey insanın gayesi olabilir mi? Ya da Bir omur boyunca hiç bir fedakârlıktan kaçınmadan, gecemizi gündüzümüze katarak, evimizi ailemizi bile uğrunda ihmal ettiğimiz amacımız, birkaç dakika içerisinde bitirilecek kadar basit olabilirimi?’

Evet olmuştu. Devrelerimin basına gelen olaylardan sonra, geçte olsa böyle düşünmeye başlamıştım. Birkaç kişi bir şeyler anlatmaya calışsada, onlarıda susturmak çok kolay olmuştu. Yine biz suçlu olmuştuk. Yine biz itilip kakılıyorduk. Konuşması gerekenlerin dizleri titrer olmuştu. Nutku tutulmuştu. Varsa yoksa oturdukları konforlu koltuk ve odaları… Sanki onlar sorumlu değildi de başkaları yapacaktı bu isleri vesselam…

Neyse kardeşim söylenecek çok söz var. Ama sen doğru bildiğinden şaşma, çalış azimli ol ama kendine de ailene de zaman ayır. Her zaman insanca çalış, insanca yasa ve bunların seninde hakkın olduğunu hiç çekinmeden her fırsatta söyle. Sen köle değilsin. Yılda 1826 değil. Herkese seninde insan olduğunu bir kez daha haykır. Korkma. Tarih 2007 de. Ama söylediğin adam 1970 de kaldıysa bırak oda orda kalmaya devam etsin. Bırak içinde olduğu çukurda herkese tepeden bakmaya devam etsin.

Ben simdi donup geriye baktığımda,anlamsız koşuşturma içerisinde kaybettiğim gençliğimi,kendime ve aileme verdiğim ızdırabı, oğlumun ‘Hadi ne’olur baba’ deyişini, birde devrem Doğan’ın ‘Bizi kullanıyorlar aslanım!!!’ diye bağırması aklımdan hiç çıkmıyor. Bizler bir şeyleri değiştiremedik. O ufka ve anlayışa sahip değildik. Umarım sizler değişimin adı olursunuz. Hem kendiniz hem de bu ülke için. Kalın sağlıcakla…

MOBBİNG VE MANEVİ İŞKENCE


İŞYERİNDE MANEVİ SALDIRI VE İŞKENCE SUÇU ARASINDAKİ İLİŞKİ-1
(MOBBİNG VE MANEVİ İŞKENCE)
A-MANEVİ İŞKENCE:

İşkence suçu TCK 94.maddesinde düzenlenmiştir. Anılan hükmün 1.fıkrasında “Bir kişiye karşı insan onuruyla bağdaşmayan ve bedensel veya ruhsal yönden acı çekmesine, algılama veya irade yeteneğinin etkilenmesine, aşağılanmasına yol açacak davranışları gerçekleştiren kamu görevlisi hakkında üç yıldan oniki yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.” Hükmü yer almaktadır.
Dikkat edildiğinde, suçun mağdurunun bir kamu görevlisi olması mümkündür. Zira herkes bu suçun mağduru olabilir. Ancak bu suçun faili ise sadece kamu görevlileri olabilir. İşkence suçunda bir diğer önemli nokta ise, suçun maddi ve manevi işkence olarak iki şekilde de işlenebilmesidir. Yazımız konusu itibarı ile bizi bugün için “Manevi İşkence” ilgilendirmektedir.
TCK nın 94/1.maddesine dikkat edilir ise, insan onuruna yakışmayan ve bağdaşmayan, ruhsal yönden de acı çekilmesine, aşağılanmaya yol açacak davranışların gerçekleştirilmesinin suçun oluşumu için yeterli olduğu anlaşılmaktadır.
Kamu görevlilerinin birer insan oldukları ve kişilik hakları bulunduğu, bu kişilik haklarına yapılan saldırıların Medeni Kanun ve Borçlar kanunun ilgili hükümleri kapsamında haksız fiil veya diğer kanunlar dairesinde suç teşkil edeceği veya hem haksız fiil hem de suç teşkil edeceği açıktır.
TCK da düzenlenen İşkence suçunun TBMM madde gerekçesinde de, İşkence suçunun sistematik davranışlarla işlenebilen bir suç olduğu belirtilmiştir. İşkence suçunun kapsamını yorumlarken, TBMM madde gerekçesinin yol gösterici olduğu açıktır.
Toparlar isek, sistematik biçimde yani ani bir tepki ile olmayan, manevi yönden acı çekmeye, aşağılanmaya neden olan insan onuru ile bağdaşmayan davranışlar, bir kamu görevlisi tarafından gerçekleştirilmeleri koşulu ile, manevi yönden işkence suçunu oluşturabileceklerdir.
Eğer bu davranışlar özel sektör çalışanları arasında yaşanıyor ise bu kez de, TCK nın 96.maddesi dairesinde bu iddiaların değerlendirilmesi gerekeceği anlaşılmaktadır.
Yrd. Doç. Dr. İlhan ÜZÜLMEZ in, “Yeni Türk Ceza Kanununda İşkence Ve Eziyet Suçu” isimli Makalesinde belirtildiği üzere “İşkence, bir üst kavram olarak düşünülmüştür. Maddede, İşkence dışında zalimane ve gayriinsani muamele kavramlarına maddi unsur olarak yer verilmemiş, işkence ve benzeri kötü muameleleri birbirinden ayırt etmede genel olarak kullanılan, işkencenin maddi veya manevi ağır acı ve ıstırap veren hareketlerden, diğer muamelelerin ise bu seviyeye varmayan kötü muamelelerden oluştuğu yönündeki anlayıştan bağımsız olarak, doğrudan insan onuruyla bağdaşmayacak surette bedensel ve ruhsal dokunulmazlığı, bireyin algılama ve irade yeteneğini etkileyen her davranış işkence sayılmıştır.” Ve işkence veya eziyet suçunun içine giren davranışların belirli bir yoğunluğa ulaşması gibi bir kriter yasada öngörülmemiştir.
Aynı yazıda “Maddede “kamu görevlisi”nin görevini ifa sırasında bu nitelikteki fiilleri ifa etmesi aranmamıştır. Kamu görevlilerinin görevin sağladığı nüfuzu kötüye kullanarak da bu suçu işlemeleri mümkündür.” İfadelerine de yer verilmiştir.

B-MOBBİNG (İŞYERİNDE PSİKOLOJİK TACİZ-BASKI-SALDIRI)

“İşyerindeki Stresin Gizli Kaynağı : Zorbalık ve Duygusal Taciz” başlıklı ve http://mobbingturkiye.googlepages.com/ adresinde yayınlanan yazıda da, Türkiye'de çalışanların yaklaşık yüzde 35'inin, iş hayatında bireysel veya çete halindeki zorbalığa maruz kaldığı belirtilerek “Türkiye'de Zorbalık” başlığı altında şu ifadelere yer verilmiştir.
“Mobbing'i (Zorbalık ve Yıldırma), "Bir iş yerinde başarısı, bilgisi ve olumlu tavırları sebebiyle bazı kişilere tehdit oluşturan bir çalışana, bir veya birkaç kişinin çeteleşerek uyguladığı, sistematik ve uzun süreli duygusal eziyet" olarak tarif etmiştir. Duygusal eziyet olarak tanımlanan davranışlar ile ilgili olarak da mobbing uygulanan çalışana “Bağrılır, hakaret edilir, aşağılanır" ifadelerine yer verilmiştir.
Yazının devamında da Mobbinge ile ilgili olarak “Çünkü zorbalık, Türkiye'de bir çalışma biçimi olarak benimsenmiş durumda" olduğu, Türkiye de 'Ben bu kişiye istediğimi yaparım, çünkü o benim altımda çalışıyor' anlayışının hakim olduğunu belirterek, İsveç'te zorbalığa uğrayan kişilerin yüzde 3'ünün intihar ettiği veya ruhsal sağlıklarını yitirdikleri belirtilmiştir.
Prof. Dr. Pınar TINAZ ın “İşyerinde Psikolojik Taciz (Mobbıng)” başlıklı yazısında “Çalışma yaşamında mobbing kavramı, işyerinde bireylere üstleri, eşit düzeydeki çalışanlar veya astları tarafından sistematik biçimde uygulanan her tür kötü muamele, tehdit, şiddet, aşağılama gibi davranışları ifade eden anlamlar içermektedir.” Şeklinde tanım ve tespite yer verilmiştir.

C-KARŞILAŞTIRMA:

Manevi işkence ile Mobbing kavramının özünde sistematiklik yattığı, TCK nın 94/1.maddesi ve ilgili hükmün TBMM madde gerekçesi ile Mobbing kavramı ile ilgili tespit ve değerlendirmeler bir bütün olarak göz önüne alındığında, her iki kavramın özdeş olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.
Her iki kavramın sistematik biçimde, ruhsal sağlığı hedef alan hareket ve davranışlar ile hayata geçirilebileceği, TCK veya diğer özel yasalarda açık ve özel hüküm bulunmayan hallerde, Mobing teşkil eden bu davranışların TCK nın 94/1.maddesi dairesinde, manevi işkence kapsamında değerlendirilmesinin gerektiği açıktır.
TCK nunda “Cinsel Taciz” başlıklı 105/2.maddesinde Taciz içerikli fiilerin “hiyerarşi, hizmet veya eğitim ve öğretim ilişkisinden ya da aile içi ilişkiden kaynaklanan nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle ya da aynı işyerinde çalışmanın sağladığı kolaylıktan yararlanılarak işlendiği takdirde, yukarıdaki fıkraya göre verilecek ceza yarı oranında artırılır. Bu fiil nedeniyle mağdur; işi bırakmak, okuldan veya ailesinden ayrılmak zorunda kalmış ise, verilecek ceza bir yıldan az olamaz.” Hükmü yer almaktadır.
Dolayısı ile Cinsel Taciz eksenli mobbinglerde, TCK 105/2.madde de işletilecek özel bir hüküm bulunduğundan, bu hükmün az ceza da gerektirse, uygulanması gerekeceği anlaşılabilecek ise de, manevi işkencenin düzenlendiği TCK nın 94/3.maddesinde “Fiilin cinsel yönden taciz şeklinde gerçekleşmesi hâlinde, on yıldan onbeş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.” Hükmünün de değerlendirilmesi ve göz önünde bulundurulması gerektiği sabittir.
Her iki hüküm birlikte göz önüne alınıp, aynı anda uygulanma kabiliyetinin de bulunmadığı gözetilip, İşkence suçunun özünde var olduğu TBMM gerekçesinde de belirtilen Sistematiklik ön plana çıkarılarak, Mobbing ve dolayısı ile sistematik cinsel tacizin, manevi işkence suçunun oluştuğunu kabul etmek sanırım gereklidir.
Zira TCK 105/2.maddesinde bir davranış ile işlenebilen sistematik olması gerekmeyen cinsel içerikli eylemler yaptırma bağlanmıştır. Bu şekilde anlık hakaret veya sistematik olmayan aşağılama gibi suçlar, TCK nın 125.maddesinde düzenlenen hakaret suçunu veya TCK 105.madde düzenlenen taciz suçunu oluşturacağı, ancak Mobbing olmayacağı açıktır. Kısaca Mobbing varsa, manevi işkence üzerinde özellikle durulması ve değerlendirme yapılması gereklidir.

D-SONUÇ:

1-Kamu görevlilerinin ve yöneticilerinin gerçekleştirdiği ileri sürülen, Mobbing iddialarının Manevi İşkence suçu kapsamında değerlendirmeye tabi tutulmasının gerektiği anlaşılmaktadır.
2-Özel sektör çalışan ve yöneticileri için ileri sürülen mobbing iddialarının ise, “Eziyet Suçu” kapsamında kalabileceği anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak, Mobbing iddialarının, manevi işkence yönünden Adli Makamlarca Türk Ceza Kanunu yönünden de incelenmesi gereklidir.

Önder ÖZLEM

19 Şubat 2010 Cuma

İŞLEME KONULMAYACAK DİLEKÇE, ŞİKAYET VE İHBARLAR



İŞLEME KONULMAYACAK DİLEKÇE, ŞİKAYET VE İHBARLAR

I-İLGİLİ MEVZUAT:

1-3071 sayılı Dilekçe Kanunun “DİLEKÇEDE BULUNMASI ZORUNLU ŞARTLAR” başlıklı 4.maddesinde “Türkiye Büyük Millet Meclisine veya yetkili makamlara verilen veya gönderilen dilekçelerde, dilekçe sahibinin adı-soyadı ve imzası ile iş veya ikametgah adresinin bulunması gerekir.” Hükmü yer almaktadır.
Aynı yasanın İNCELENEMEYECEK DİLEKÇELER başlıklı 6.maddesinde de “Türkiye Büyük Millet Meclisine veya yetkili makamlara verilen veya gönderilen dilekçelerden;
a) Belli bir konuyu ihtiva etmeyenler,
b) Yargı mercilerinin görevine giren konularla ilgili olanlar,
c) 4 üncü maddede gösterilen şartlardan herhangi birini taşımayanlar, İncelenemezler.” Hükmü yer almaktadır.

2-4483 sayılı yasanın 17.07.2004 tarih ve 5232 sayılı yasa ile değişik 4.maddesinin 3. ve 4.fıkralarında “Bu Kanuna göre memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında yapılacak ihbar ve şikâyetlerin soyut ve genel nitelikte olmaması, ihbar veya şikâyetlerde kişi veya olay belirtilmesi, iddiaların ciddî bulgu ve belgelere dayanması, ihbar veya şikâyet dilekçesinde dilekçe sahibinin doğru ad, soyad ve imzası ile iş veya ikametgâh adresinin bulunması zorunludur.
Üçüncü fıkradaki şartları taşımayan ihbar ve şikâyetler Cumhuriyet başsavcıları ve izin vermeye yetkili merciler tarafından işleme konulmaz ve durum, ihbar veya şikâyette bulunana bildirilir. Ancak iddiaların, sıhhati şüpheye mahal vermeyecek belgelerle ortaya konulmuş olması halinde ad, soyad ve imza ile iş veya ikametgâh adresinin doğruluğu şartı aranmaz. Başsavcılar ve yetkili merciler ihbarcı veya şikâyetçinin kimlik bilgilerini gizli tutmak zorundadır.” Hükmü yer almaktadır.
Aynı yasanın 17.07.2004 tarih ve 5232 sayılı yasa ile değişik 5.maddesinde de “Cumhuriyet başsavcılıkları ile izin vermeye yetkili merciler ihbar ve şikâyetler konusunda daha önce sonuçlandırılmış bir ön inceleme olması halinde müracaatı işleme koymazlar. Ancak ihbar veya şikâyet eden kişilerin konu ile ilgili olarak daha önceki ön incelemenin neticesini etkileyecek yeni belge sunması halinde müracaatı işleme koyabilirler.” Hükmü yer almaktadır.

3-4982 sayılı Bilgi Edinme Kanunun BAŞVURU USULÜ başlıklı 6.maddesinde de “ Bilgi edinme başvurusu, başvuru sahibinin adı ve soyadı, imzası, oturma yeri veya iş adresini, başvuru sahibi tüzel kişi ise tüzel kişinin unvanı ve adresi ile yetkili kişinin imzasını ve yetki belgesini içeren dilekçe ile istenen bilgi veya belgenin bulunduğu kurum veya kuruluşa yapılır. Bu başvuru, kişinin kimliğinin ve imzasının veya yazının kimden neşet ettiğinin tespitine yarayacak başka bilgilerin yasal olarak belirlenebilir olması kaydıyla elektronik ortamda veya diğer iletişim araçlarıyla da yapılabilir.
Dilekçede, istenen bilgi veya belgeler açıkça belirtilir.” Hükmüne yer verilmiştir.

4-Bilgi Edinme Hakkı Kanununun Uygulanmasına İlişkin Esas Ve Usuller Hakkında Yönetmeliğin BAŞVURULARIN CEVAPLANDIRILMASI başlıklı 18/son.maddesinde de “Daha önce cevaplandığı halde aynı kişiler tarafından yapılan tekrar mahiyetindeki başvurular ile soyut ve genel nitelikteki başvurular işleme konulmaz ve durum başvuru sahibine bildirilir.” Hükmü yer almaktadır.


5-13/04/2005 tarih ve 25785 sayılı Resmi Gazete yayımlanarak yürürlüğe giren Başbakanlığın Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri İle Başvuru Usul Ve Esasları Hakkında Yönetmeliğin “Başvuru hakkı” başlıklı 31/2.maddesinde de “Ancak, kamu görevlilerini karalama amacı güttüğü açıkça anlaşılan ve başvuranın kimliği tespit edilemeyen başvurular değerlendirmeye alınmaz.” Hükmü yer almaktadır.

6-Memurlar Ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanunun Uygulaması İle İlgili Olarak İçişleri Bakanlığınca Yürütülecek İşlemlere İlişkin Yönergenin “İşleme Konulmayacak İhbar ve Şikayetler” başlıklı 9.maddesinde; “4483 sayılı Kanunun 4. maddesinin 3. ve 4. fıkraları gereğince, memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında yapılacak ihbar ve şikayetlerin soyut ve genel nitelikte olmaması, ihbar veya şikayetlerde kişi ve/veya olay belirtilmesi zorunludur. Bu ibareye aykırı bulunan ihbar ve şikayetler Cumhuriyet başsavcıları ve izin vermeye yetkili merciler tarafından işleme konulmaz ve durum, ihbar veya şikayette bulunana bildirilir.

7-24 Ocak 2004 Tarih ve 25356 Sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren Dileikçe Hakkının ve Bilgi Edinme Hakkının Kullanılması Hakkındaki 2004/12 nolu Başbakanlık Genelgenin 1/a.maddesinde de “Ad, soyad ve adres bulunmayan, imza taşımayan, belli bir konuyu içermeyen, ya da yargı mercilerinin görevine giren konularla ilgili dilekçeler cevaplandırılmayacaktır.
Ancak, bu unsurları ihtiva etmemekle birlikte, başvurulara olayla ilgili inandırıcı mahiyette bilgi ve belgeler eklenmiş veya somut nitelikte bilgi, bulgu ya da olaylara dayanılıyor ise, bu hususlar ihbar kabul edilerek idarece işlem yapılabilir.” Şeklinde kural getirilmiştir.
Yani anılan düzenleme ile hangi başvuruların ihbar kabul edileceği, hangilerinin ise ihbar kabul edilmeyeceğinin dahi Genelgede düzenlendi anlaşılmaktadır.
Genelgede ayrıca “bilgi edinme hakkı ile dilekçe hakkının mevzuatımızda yer alan esas ve usullere uygun olarak etkin kullanılmasını teminen, bakanlıkların merkez ve taşra teşkilatları, valilik, kaymakamlık ve mahalli idareler ile diğer kamu kurum ve kuruluşları, hizmet alanlarında aşağıda yazılı kurallara uymakla yükümlüdürler.” Hükmüne yer verildikten sonra, bu Genelgenin getirdiği kuralların “idareye yapılan her türlü başvuru aşağıda belirtilen usule uygun olarak cevaplandırılacaktır” şeklinde ki düzenleme ve Genelgenin son paragrafında da “Bu itibarla; "Dilekçe Hakkının Kullanılmasına Dair Kanun" ile "Bilgi Edinme Hakkı Kanunu" hükümlerinin gerekleri, bütün kamu kurum ve kuruluşları tarafından yukarıda belirtilen usul ve esaslar doğrultusunda yerine getirilecektir.” Düzenlemesine yer verilerek Genelgenin tüm kamu kurumlarını kapsadığı vurgulanmıştır.
En önemlisi ise bu Genelgede yer alan hususlara aykırı hareket eden kamu görevlileri ile ilgili olarak da hakkında “Bu çerçevede, konuya ilişkin Anayasal ve yasal kurallar ile yukarıda belirtilen usul ve esaslar hakkında tüm personel bilgilendirilecek, personele yönelik eğitim programlarında konuya ayrıntılı olarak yer verilmesi sağlanacak, bilgi edinme ve dilekçe haklarının kullanımı kapsamındaki başvurulara ilişkin uygulamalar mevzuat dahilinde denetlenecek ve denetimler sonucu belirtilen kurallara uymadıkları saptanan kamu görevlileri hakkında genel hükümlere göre disiplin ve ceza işlemleri uygulanacaktır.” Şeklinde düzenleme getirilmiştir.

II-DEĞERLENDİRME

Yukarıda belirtilen 3071 sayılı yasanın 4. ve 6.maddeleri, 4483 sayılı yasanın 4.maddesinin 3 ve 4 fıkraları ile 5.maddesi, 4982 sayılı yasanın 6.maddesi ile Bilgi Edinme Yönetmeliğinin 18.maddesi, Etik Davranışların düzenlendiği Yönetmeliğin 31/2.maddesi, 4483 sayılı yasanın uygulama Yönergesinin 9.maddesi ve Başbakanlığın 2004/12 sayılı Genelgesi bir bütün olarak değerlendirildiğinde;


A-İŞLEME KONULMAYACAK, ARAŞTIRILMAYACAK İNCELENMEYECEK, SORUŞTURULMAYACAK VE ADLİYEYE BİLDİRİLMEYECEK İHBAR VE ŞİKAYETLER;

1-Memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında yapılacak ihbar ve şikâyetlerin soyut ve genel nitelikteki ihbar ve şikâyetler
2-İhbar veya şikâyetlerde kişi veya olay belirtilmemesi durumunda,
3-İddiaların ciddî bulgu ve belgelere dayanmaması,
4-İhbar veya şikâyet dilekçesinde dilekçe sahibinin doğru ad, soyad ve imzası ile iş veya ikametgâh adresinin bulunmaması
5-Yetkili merciler ihbar ve şikâyetler konusunda daha önce sonuçlandırılmış bir ön inceleme olması halinde müracaatı işleme koymazlar.

B-İŞLEME KONULMAYACAK NİTELİKTE OLAN İHBAR VE ŞİKAYETLERİN İŞLEME KONULMA İSNİSNALARI:

1-İddiaların, sıhhati şüpheye mahal vermeyecek belgelerle ortaya konulmuş olması halinde ad, soyad ve imza ile iş veya ikametgâh adresinin doğruluğu şartı aranmaz.
2- Ancak yukarıda belirtilen 1, 2 ve 3 nolu bölümlerde yer alan hususlarda yine de işleme konulmaz. İstisna sadece 4 nolu bölümde belirtilen doğru ad ve adres ile imzaya ilişkindir.
3-İhbar veya şikâyet eden kişilerin konu ile ilgili olarak daha önceki ön incelemenin neticesini etkileyecek yeni belge sunması halinde, yetkili merciler ihbar ve şikâyetler konusunda daha önce sonuçlandırılmış müracaatı tekrar işleme koyabilirler.

C-HER TÜRLÜ BAŞVURU VE DİLEKÇE İÇİN GEÇERLİ DÜZENLEMELER

1-Üzerinde isim, imza, adres bulunmayan dilekçeler işleme alınmayacaktır. 3071 sayılı yasanın 4 ve 6.maddelerinin açık hükümleri ile Başbakanlığın 2004/12 Genelgesinin amir hükümleri dairesinde bu dilekçelerin işleme alınması cezai ve disiplin açıdan sorumluluk doğuracaktır.
2-Bilgi Edinme Kanunu ve Yönetmeliğine göre de, başvuruların, başvuran kişinin kimliğinin ve imzasının veya yazının kimden neşet ettiğinin tespitine yarayacak başka bilgilerin yasal olarak belirlenebilir olması kaydıyla elektronik ortamda veya diğer iletişim araçlarıyla da yapılabileceği ve daha önce cevaplandığı halde aynı kişiler tarafından yapılan tekrar mahiyetindeki başvurular ile soyut ve genel nitelikteki başvuruların işleme konulmayacağı ve durumun başvuru sahibine bildirileceği belirtilmiştir.
3-Etik davranış Kurulları ile ilgili başvuruları düzenleyen yönetmeliğe göre de kamu görevlilerini karalama amacı güttüğü açıkça anlaşılan ve başvuranın kimliği tespit edilemeyen başvurular değerlendirmeye alınmayacaktır.
4-Başbakanlığın 2004/12 sayılı tüm kamu kurum ve kuruluşlarını kapsayan Genelgesinde de “Ad, soyad ve adres bulunmayan, imza taşımayan, belli bir konuyu içermeyen, ya da yargı mercilerinin görevine giren konularla ilgili dilekçeler cevaplandırılmayacaktır.
Ancak, bu unsurları ihtiva etmemekle birlikte, başvurulara olayla ilgili inandırıcı mahiyette bilgi ve belgeler eklenmiş veya somut nitelikte bilgi, bulgu ya da olaylara dayanılıyor ise, bu hususlar ihbar kabul edilerek idarece işlem yapılabilir.” Şeklinde kural getirilmiştir. Ayrıca bu kurala aykırı hareket etmenin disiplin ve cezai sorumluluğa neden olduğu belirtilmiştir.





III-SONUÇ:

A-İŞLEME KONULMAYACAK (ARAŞTIRMA-İNCELEME-SORUŞTURMA KONUSU OLAMAYACAKLAR) VE CEVAPLANDIRILMAYACAK DİLEKÇE VE BAŞVUDRULAR:

1-Üzerinde isim ve soyisim bulunmayan dilekçe ve başvurular.
2-Üzerinde adres bulunmayan dilekçe ve başvurular.
3-Üzerinde imza bulunmayan dilekçe ve başvurular.
4-Üzerinde adres olmayan dilekçe ve başvurular.
5-Belirli bir konuyu içermeyen dilekçe ve başvurular.
6-Memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında yapılacak ihbar ve şikâyetlerin soyut ve genel nitelikteki ihbar ve şikâyetler
7-İhbar veya şikâyetlerde kişi veya olay belirtilmemesi durumunda,
8-İddiaların ciddî bulgu ve belgelere dayanmaması,
9-Yetkili merciler ihbar ve şikâyetler konusunda daha önce sonuçlandırılmış bir ön inceleme olması halinde müracaatı işleme koymazlar.
10-Yargı organının görev alınana giren konular ile ilgili idareden talep bulunulan dilekçe ve başvurular. (Yargı bağımsızlığı ilkesi)
11-Aynı kişiler tarafından yapılan tekrar mahiyetindeki dilekçe ve başvurular
12-Soyut nitelikteki dilekçe ve başvurular
13-Genel nitelikteki dilekçe ve başvurular
14-Kamu görevlilerini karalama amacı güttüğü açıkça anlaşılan
15-Başvuranın kimliği tespit edilemeyen

B-İŞLEME KONULACAK DİLEKÇE VE BAŞVUDRULAR:

1-İddiaların, sıhhati şüpheye mahal vermeyecek belgelerle ortaya konulmuş olması halinde ad, soyad ve imza ile iş veya ikametgâh adresinin doğruluğu şartı aranmaz.
Ancak yukarıda belirtilen “Memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında yapılacak ihbar ve şikâyetlerin soyut ve genel nitelikteki olması”, “İhbar veya şikâyetlerde kişi veya olay belirtilmemesinin zorunlu olması” ve “İddiaların ciddî bulgu ve belgelere dayanmaması” halleri ile ilgili olarak getirilen işleme koymama şeklindeki kural geçerlidir.

2-İhbar veya şikâyet eden kişilerin konu ile ilgili olarak daha önceki ön incelemenin neticesini etkileyecek yeni belge sunması halinde, yetkili merciler ihbar ve şikâyetler konusunda daha önce sonuçlandırılmış müracaatı tekrar işleme koyabilirler.

3-24.01.2004 tarihli Başbakanlık Genelgesinde yer alan “inandırıcı bilgi ve belge eklenen” veya “somut nitelikte bilgi ve olaya dayanan” başvuru ve dilekçelerin işleme alınmasına ilişkin açıklamanın, 17.07.2004 tarihli 4483 sayılı yasanın 4.maddesinde yapılan değişikliğe göre getirilen “sıhhati şüpheye mahal vermeyecek belgelerle ortaya konulmuş olması halinde” ibaresinin kullanılması zorundur. Zira daha sonra yürürlüğe giren düzenleme bu konuda Genelge kapsamını daraltmıştır.

C-DÜZENLEMELERE AYKIRI DAVRANIŞ

1-İşleme konulmaması gereken bir dilekçe ve başvurunun işleme alınması kamu görevlisi için bir leke ve karalama olacağından, bu kamu görevlisi tarafından her zaman tazminat davası açılabilir.
2-İşleme konulmaması gereken bir dilekçe ve başvurunun işleme alınması nedeni ile Başbakanlık Genelgesinde açıkça belirtildiği üzere disiplin soruşturması açılabilir ve cezalandırılma yapılabilir.
3-Ceza hukuku yönünden de hakaret suçu ile ilişkilendirilebilir ve dava açılabilir.
4-İşleme konulmaması gereken bir dilekçe ve başvurunun içeriliği kamu görevlisine iftira suçunu oluşturabilir. Bu özelliğe sahip bir dilekçenin işleme alınması sonrasında, iftiracı konumunda bulunan ve kimliğini gizleyen başvuran kişinin aranmasına ilişkin bir faaliyete geçmeyen idareci, bu yönden iftira suçunu adli makamlara bildirmeyerek TCK yer alan suçu bildirmeme suçunu işlemiş olabileceği kadar, ayrıca iftira suçunun oluşmasında katkıda bulunduğu konusunda itham ve ceza ile karşılaşabilir.
5-İşleme konulması gereken bir dilekçe ve başvurunun işleme alınmaması nedeni ile bu kez, ihmal suçu ile ilgili olarak sorumluluk doğabilir.

ÖNDER ÖZLEM
EMNİYET AMİRİ

18 Şubat 2010 Perşembe

MEMURUNU KORUMAYAN İDAREYE CEZA


MEMURUNU KORUMAYAN İDAREYE CEZA

(İSNAT VE İFTİRALARA KARŞI İDARENİN MEMURUNU KORUMA YÜKÜMLÜLÜĞÜ)

A-GİRİŞ;

Eski dönemlerde “Kol Kırılır, Yen İçinde Kalır” şeklinde bir anlayışın olduğu, bu anlayışın hukuksuzluğu da beraberinde getirdiğini hepimiz ya görmüş, ya yaşamış, ya okumuş ya da duymuşuzdur.
Bu anlayışı yıkmak ve BEN İYİ İDARECİYİM demek anlamında, her şikâyet ve başvurunun işleme alınmasına ilişkin uygulama, günümüzün modası ve modern yönetim anlayışı haline gelmiştir. Tabi ki bununda doğru olduğunu savunmak mümkün değildir.
İşleme Konulmayacak Dilekçe, ihbar ve şikâyetler ile ilgili yazımızda detayı ile belirtildiği üzere, her dilekçe, ihbar ve şikayet işleme alınamaz. Bu durum sorumluluk doğurur.
Bu sorumluluğun yanında, memur hiç harekete geçmeden idarenin resen harekete geçmesi ve memurunu korumasına ilişkin Anayasal ve yasal ilkeler olduğu halde, GÜNÜMÜZ ANLAYIŞINA GÖRE MEMURUN KORUNMASI HASTALIKLI BİR ANLAYIŞ OLDUĞUNDAN BU İLKELER HAYATA GEÇEMEMEKTEDİR.
Bu gün tüm okurlarıma şöyle bir rica bulunsam ve “ Herkes bulunduğu ilde 657 sayılı yasanın 25.maddesi ile 4483 sayılı yasanın 15.maddesi uyarınca, idarenin kendiliğinden harekete geçerek memurunu korumak için yaptığı kaç başvuru var” şeklinde sorsam, lütfen bu konularda araştırma yapalım desem, tüm ülkemizde maalesef yeterince örnek uygulama çıkmayacaktır. Bu bir hizmet kusurudur.
Zaten memurun haksız isnat ve iftiralardan korunmasına ilişkin zorunluluğun ihlal edilmesinin, hizmet kusuru olduğunu Danıştay 2.Dairesinin 20.12.2004 tarih ve 2004/2624 esas, 2004/1641 sayılı kararında da belirtilmiş ve sınırları çizilmiştir.
Kararda; davacı memurun, davalı idarece "isnat ve iftiralara karşı korunma" hakkının ihlal edilmesi nedeniyle uğradığı manevi zararın tazminine karar verilmiştir.

B-İLGİLİ MEVZUAT:

Anayasamızın “İspat Hakkı” hakkı başlıklı 39.maddesinde; “Kamu görev ve hizmetinde bulunanlara karşı, bu görev ve hizmetin yerine getirilmesiyle ilgili olarak yapılan isnatlardan dolayı açılan hakaret davalarında, sanık, isnadın doğruluğunu ispat hakkına sahiptir. Bunun dışındaki hallerde ispat isteminin kabulü, ancak isnat olunan fiilin doğru olup olmadığının anlaşılmasında kamu yararı bulunmasına veya şikâyetçinin ispata razı olmasına bağlıdır.” Hükmü yer almaktadır.
Benzer düzenleme Anayasanın 39.maddesi de dikkate alınarak TCK nın 127.maddesinde (1) İsnat edilen ve suç oluşturan fiilin ispat edilmiş olması hâlinde kişiye ceza verilmez. Bu suç nedeniyle hakaret edilen hakkında kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararı verilmesi hâlinde, isnat ispatlanmış sayılır. Bunun dışındaki hâllerde isnadın ispat isteminin kabulü, ancak isnat olunan fiilin doğru olup olmadığının anlaşılmasında kamu yararı bulunmasına veya şikâyetçinin ispata razı olmasına bağlıdır.
(2) İspat edilmiş fiilinden söz edilerek kişiye hakaret edilmesi hâlinde, cezaya hükmedilir.” Şeklinde düzenlenmiştir.
Yine Anayasamızın GÖREV VE SORUMLULUKLARI, DİSİPLİN KOVUŞTURULMASINDA GÜVENCE başlıklı 129.maddesinin 5.fıkrasında “Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir.” Hükmü yer almaktadır.
Aynı maddenin 6.fıkrasında da “Memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında işledikleri iddia edilen suçlardan ötürü ceza kovuşturması açılması, kanunla belirlenen istisnalar dışında, kanunun gösterdiği idari merciin iznine bağlıdır.” Şeklinde düzenleme yer almaktadır.

657 sayılı Devlet memurları Kanunun İSNAT VE İFTİRALARA KARŞI KORUMA başlıklı 25.maddesinde de “Devlet memurları hakkındaki ihbar ve şikayetler, garaz veya mücerret hakaret için, uydurma bir suç isnadı suretiyle yapıldığı ve soruşturma veya yargılamanın tabi olduğu kanuni işlem sonucunda bu isnat sabit olmadığı takdirde, merkezde bu memurun en büyük amiri, illerde valiler, isnatta bulunanlar hakkında kamu davası açılmasını Cumhuriyet Savcılığından isterler.” Hükmü yer almaktadır.
4483 sayılı yasanın “CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞINCA RE’SEN DAVA AÇILACAK HALLER” başlıklı 15.maddesinde de “Memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkındaki ihbar ve şikayetlerin, ihbar veya şikâyet edileni mağdur etmek amacıyla ve uydurma bir suç isnadı suretiyle yapıldığı hazırlık soruşturması sonucunda anlaşılır veya yargılama sonucunda sabit olursa haksız isnatta bulunanlar hakkında yetkili ve görevli Cumhuriyet başsavcılığınca re'sen soruşturmaya geçilir.
Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yukarıdaki fıkrada belirtilen durumlarda kamu davası açılması için Cumhuriyet başsavcılığına başvurma ve haksız isnatta bulunanlar hakkında genel hükümlere göre tazminat davası açma hakları saklıdır.” Hükmü yer almaktadır.
TCK nun “HAKARET” başlıklı 125.maddesinde “(1) Bir kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat eden ... veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. Mağdurun gıyabında hakaretin cezalandırılabilmesi için fiilin en az üç kişiyle ihtilât ederek işlenmesi gerekir.” Hükmü yer almaktadır.
Aynı maddenin 3/a.fıkrasında da “Hakaret suçunun; Kamu görevlisine karşı görevinden dolayı işlenmesi hâlinde, cezanın alt sınırı bir yıldan az olamaz.” Hükmü yer almaktadır.
Yasanın SORUŞTURMA VE KOVUŞTURMA KOŞULU başlıklı 131.maddesinde de “(1) Kamu görevlisine karşı görevinden dolayı işlenen hariç; hakaret suçunun soruşturulması ve kovuşturulması, mağdurun şikâyetine bağlıdır.
(2) Mağdur, şikâyet etmeden önce ölürse, veya suç ölmüş olan kişinin hatırasına karşı işlenmiş ise; ölenin ikinci dereceye kadar üstsoy ve altsoyu, eş veya kardeşleri tarafından şikâyette bulunulabilir.” Hükmü yer almaktadır.
Özetle bir kamu görevlisine karşı görevi nedeni ile yapılan bir hakaret takibi şikayete bağlı bir suç değildir ve resen takibi zorunludur.
Yasanın İDDİA VE SAVUNMA DOKUNULMAZLIĞI başlıklı 128.maddesinde de “(1) Yargı mercileri veya idarî makamlar nezdinde yapılan yazılı veya sözlü başvuru, iddia ve savunmalar kapsamında, kişilerle ilgili olarak somut isnadlarda ya da olumsuz değerlendirmelerde bulunulması hâlinde, ceza verilmez. Ancak, bunun için isnat ve değerlendirmelerin, gerçek ve somut vakıalara dayanması ve uyuşmazlıkla bağlantılı olması gerekir.” Hükmü yer almaktadır.
Bu hükmün TBMM madde gerekçesinde de ihbar ve şikayet hakkının sınırları bir ölçüde çizilmiştir.

C-DEĞERLENDİRME:

I-Öncelikle; Anayasanın 39.maddesi ile TCK 127.maddesi çerçevesinde somut bir değerlendirme yapmak için TBMM 127.madde ile ilgili gerekçelerine bakmak sanırım faydalı olacaktır.
Anılan gerekçede;
a-Anayasamıza göre; kamu görev ve hizmetinde bulunanlara karşı bu görev ve hizmetin yerine getirilmesiyle ilgili olarak isnatta bulunulması durumunda, isnatta (memur aleyhine başvuruda bulunan kişi) bulunan isnadın doğruluğunu ispat hakkına sahiptir.
b-Yine Anayasamıza göre, isnadın doğruluğunun ispat edilmiş olması, hakaret suçunun hukuka aykırılığını ortadan kaldırmaktadır. Bu nedenle, hakarette bulunan (memur aleyhine başvuruda bulunan kişi) hakkında beraat kararı verilmelidir.
c-İsnadın doğruluğunun ispat edilebilmesi için, isnadın bir suç vakıasına ilişkin olması gerekir. Yani kişiye (memura) belli bir suçu işlediğinden bahisle hakaret edilmiş olması gerekir. Ayrıca, hakaretin yapıldığı anda isnadın konusunu oluşturan suç dolayısıyla kişi (memur) hakkında henüz bir hüküm verilmemiş olmalıdır.
d-Hakaret suçunun (memura karşı) işlendiğinden bahisle açılan davanın görüldüğü mahkeme, yapılan somut vakıa isnadının bir suç oluşturması durumunda, bu suçun gerçekten işlenmiş olup olmadığının ortaya çıkarılmasını bekletici mesele kabul ederek, bu nedenle açılmış veya açılacak olan davanın sonucunu beklemelidir. İsnadın doğruluğunun ispatı, ancak isnat konusu suç vakıası dolayısıyla açılan ceza davası bağlamında ilgili mahkemede söz konusu edilebilir.
e-İsnat konusu suç vakıası dolayısıyla açılan ceza davası (memur hakkında) sonucunda bu suç nedeniyle hakaret edilen hakkında kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararı verilmesi hâlinde; isnat ispatlanmış addedilir ve maddenin birinci fıkrası gereğince, hakarette bulunan (memur aleyhine başvuruda bulunan kişiye) ceza verilmez.
f-Ancak, hakarete uğrayan (memur), isnat edilen fiil dolayısıyla hakkında açılan davada kesinleşmiş bir hükümle beraat etmişse, isnat ispat edilmemiş sayılır ve hakaret eden (memur aleyhine başvuruda bulunan kişi) cezalandırılır. Hakarete uğrayan kişi (memur) hakkında, isnat edilen fiil dolayısıyla takipsizlik kararı veya açılan davada düşme kararı verilmiş olması hâlinde de; isnadın doğruluğu ispat edilmemiş sayılacaktır.
g-Kesin hükümle sonuçlanmış bir davayla işlendiği sabit görülen bir fiilden bahisle kişiye (memura) hakaret edilmiş olması hâlinde, cezaya hükmedilir. Böylece, daha önce işlediği bir suçtan dolayı mahkûm edilmiş olan kişiye (memura), bu suçtan bahisle hakaret edilmiş olmasının tasvip edilemez olduğu vurgulanmıştır.
h-Hakkında başlatılan soruşturma sonucunda takipsizlik kararı veya açılan davada düşme veya beraat kararı verilmiş olan kişiye (memur), soruşturma veya kovuşturma konusu fiilden bahisle hakaret edilmiş olması hâlinde, hakaret edenin (memur aleyhine başvuruda bulunan kişinin) cezalandırılacağında kuşku yoktur.

II- Anayasamızın 36.maddesi ile TCK nın 128.maddesi dairesinde hak arama özgürlüğü ile şikayet ve başvuru hakkı ilişkisi üzerinden konuya yaklaşıldığında ise, yine TBMM sinin 128.madde gerekçesine bakmak yararlı olacaktır.
Anılan gerekçede;
a-Bir talebin resmi bir makama iletilmesi, dilekçe hakkının kullanılması bağlamında hukuka uygun bir davranıştır. ANCAK, DİLEKÇE HAKKI, DİLEKÇENİN İÇERİĞİNDEKİ İFADELER AÇISINDAN BAŞLI BAŞINA BİR HUKUKA UYGUNLUK SEBEBİ OLARAK MÜTALÂA EDİLEMEZ.
b-Hukuk toplumunda yaşama hakkına sahip olan herkes, toplum barışını bozucu nitelik taşıması dolayısıyla devletten suç işlenmesinin önlenmesini ve suçluların cezalandırılmasını talep hakkına sahiptir. BİR SUÇUN İŞLENDİĞİNİ ÖĞRENEN BİREYİN, BUNUNLA İLGİLİ OLARAK YETKİLİ MAKAMLAR NEZDİNDE İHBAR VEYA ŞİKÂYETTE BULUNMA HAKKI VARDIR.
c-GERÇEKLEŞMİŞ BİR OLAYLA İLGİLİ OLARAK bu olayın oluşumuna neden olan kişiler (memurlar) de gösterilmek suretiyle ihbar veya şikâyette bulunulması durumunda, hakaret veya iftira suçunun oluştuğundan söz edilemez. Çünkü, burada gerçekleşmiş somut olayla ilgili olarak ihbar veya şikâyette bulunmak şeklinde bir hakkın kullanılması söz konusudur.
d-İddia ve savunma hakkının, yargı mercileri veya idarî makamlar nezdinde kullanılması mümkündür.
e-İddia ve savunma hakkının kullanılması bağlamında, kişiler (memurlar) açısından somut isnat ifade eder nitelikte maddî vakıaların ortaya konulması ya da kişilerle (memurlar) ilgili olumsuz değerlendirmelerde bulunulması mümkündür. Bu somut isnatlar veya olumsuz değerlendirmeler, iddia ve savunma hakkının kullanılmasıyla ilişkilendirilememesi durumunda, HAKARET VE HATTA İFTİRA SUÇU OLUŞTURUR.
f-İddia ve savunma kapsamında, kişilerle (memurlar) ilgili olarak bulunulan SOMUT İSNADLARIN GERÇEK OLMASI VE YAPILAN OLUMSUZ DEĞERLENDİRMELERİN SOMUT VAKIALARA DAYANMASI GEREKİR. Keza, bulunulan somut isnadların veya yapılan olumsuz değerlendirmelerin UYUŞMAZLIKLA (somut olaya veya suçla) İLİŞKİLİ OLMASI GEREKİR; ancak, uyuşmazlığın çözümü açısından faydalı olması aranmamalıdır.
g-SOMUT UYUŞMAZLIKLA BAĞLANTILI OLMAYAN İSNATLAR GERÇEK OLSA BİLE İDDİA VE SAVUNMA DOKUNULMAZLIĞININ VARLIĞINDAN BAHSEDİLEMEZ. Keza, somut vakıalara dayansa bile, uyuşmazlıkla alakası olmayan olumsuz değerlendirmeler açısından iddia ve savunma hakkının kullanılması söz konusu değildir.
h-Somut uyuşmazlıkla ilgili olmakla birlikte İDDİA VE SAVUNMA SINIRINI AŞAN HAKARETİ TEŞKİL EDEN YAZI VE SÖZLERİN İDDİA VE SAVUNMA HAKKI KAPSAMINDA MÜTALÂA EDİLMESİ MÜMKÜN DEĞİLDİR. Ancak, bu ifadelerin kullanılmasına müsamaha ile bakılabilir. Çünkü, bu gibi durumlarda iddia ve savunmanın sınırı genellikle öfke ve gazabın etkisiyle aşılmaktadır. Aslında öfke ve gazap hâli, kusurluluğun bir unsuru olan irade yeteneğini etkileyen bir faktördür ve bu durum, kişinin işlediği hakaret suçu dolayısıyla kusurunun tespiti bağlamında değerlendirilmelidir.

III- İdarenin memurunu haksız isnat ve iftiralardan koruma yükümlülüğüne uymaması hizmet kusurudur ve sorumluluk doğurur.

a-Danıştay 2.Dairesinin 20.12.2004 tarih ve 2004/2624 esas, 2004/1641 sayılı kararında, davacının, davalı idarece "isnat ve iftiralara karşı korunma" hakkının ihlal edilmesi nedeniyle uğradığı manevi zararın tazminine karar verilmiştir.
Karar gerekçesinde; İlköğretim Müfettişi olan davacının davalı idarece "isnat ve iftiralara karşı korunma" hakkının ihlal edilmesi nedeniyle uğradığını iddia ettiği, 10.000.000.000.- (On milyar)lira manevi zararın tazmini istemiyle açtığı davada; 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun "isnat ve iftiralara karşı koruma" başlıklı 25. maddesinde, Devlet memurları hakkındaki ihbar ve şikayetlerin garaz veya mücerret hakaret için, uydurma bir suç isnadı suretiyle yapıldığı ve soruşturma veya yargılamanın tabi olduğu kanuni işlem sonucunda bu isnat sabit olmadığı takdirde, merkezde bu memurun en büyük amiri, illerde Valilerin, isnatta bulunanlar hakkında kamu davası açılmasını Cumhuriyet Savcılığından isteyecekleri hükmüne yer verildiği, İDARENİN BAĞLI YETKİ İLE ZORUNLU OLDUĞU İŞLEM VE EYLEMLERİ YAPMAKTAN KAÇINMASININ VE YASALARLA DÜZENLENEN İDARİ BİR HİZMETİ HİÇ İŞLETMEMESİNİN HİZMET KUSURUNU OLUŞTURDUĞU, davacı tarafından hakkında yapılan asılsız isnat ve iftiralara dayalı haberler üzerine "?" ve "?" gazeteleri ile ilgili gerekli yasal işlemlerin yapılması talebiyle 12.2.2001 tarihinde davalı idareye yaptığı başvurunun, bu konuda kişisel dava açılması gerektiğinden bahisle reddine ilişkin 26.3.2001 tarihli cevabi yazı üzerine bakılan davanın açıldığı; yukarıda anılan mevzuat hükmü uyarınca "?" ve "?" gazetelerinde davacının ismi belirtilerek yapılan haberlerin asılsız isnatlar olduğunun Milli Eğitim Bakanlığı müfettişlerince düzenlenen 10.11.1998 gün ve 8765/47.77 sayılı soruşturma raporu ile sabit olduğu göz önüne alındığında DAVALI İDARENİN ANILAN GAZETELER HAKKINDA SUÇ DUYURUSUNDA BULUNMAYARAK HİZMET KUSURU İŞLEDİĞİ, BİR KAMU GÖREVLİSİNİN ASILSIZ OLDUĞU SABİT OLAN VE TOPLUMUN HUSUMETİNİ ÇEKECEK NİTELİKTE GERÇEK DIŞI İSNATLARA KARŞI KORUNMADIĞI, davacının duyduğu elem ve üzüntüden dolayı oluşan manevi zararının karşılanması gerektiği gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ve takdiren 1.000.000.000. (Bir milyar)lira tazminatın davacıya ödenmesi, fazlaya ilişkin isteminin ise reddi yolunda İstanbul 5. İdare Mahkemesince verilen 9.5.2002 günlü, E:2001/752, K:2002/657 sayılı kararın kabüle yönelik kısmının dilekçede yazılı nedenlerle 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 49. maddesi uyarınca bozulması” istenmiştir.
Kararın devamında da; İstanbul 5. İdare Mahkemesi'nce verilen 9.5.2002 günlü, E:2001/752, K:2002/657 sayılı karar ve dayandığı gerekçe hukuk ve usule uygun olup, bozulmasını gerektirecek bir neden de bulunmadığından, temyiz isteminin reddine karar verilmiş ve idare mahkemesinin kararı tescillenmiştir.(DAN-DER; SAYI:109)

b-Danıştay 5.Dairesinin 01.06.1988 tarih ve 1988/1262 esas, 1988/1785 sayılı kararında hakkında SUÇLAMALARIN DOĞRU OLMADIĞI SORUŞTURMA SONUCUNDA SAPTANAN MEMURUN 657 SAYILI YASANIN 25.MADDESİ UYARINCA DEVLET TARAFINDAN İSNAT VE İFTİRALARA KARŞI KORUMAYA ALINMASI GEREKİRKEN görev yerinin değiştirilmesinde kamu yararı ve hizmet gereklerine uyarlık bulunmadığı belirtilmiş ve kararın gerekçesinde “İdare Mahkemesi kararıyla, davacının 19-20.10.1986 tarihinde ilçede duvarlara yazılama (slogan yazma) olayına katıldığı ve örgüt çalışması yaptığı nedeniyle hakkında soruşturma açıldığı, soruşturma sonucu üzerine atılı suçun sübut bulmadığı, ancak olayın çevrede duyulduğu, öğretmene duyulan saygınlığın ve güvenin sarsıldığı gerekçesiyle il dışına atanmasının önerildiği, bu öneriye göre kullanılan takdir yetkisinin kamu yararı amacı ve hizmet gereklerine uygun olduğu gerekçesiyle dava reddedilmiştir.
Davacı, hukuk devleti ilkelerine aykırı karar verildiğini, takdir yetkisinin keyfi kullanıldığı, iş durumunun dikkate alınmadığını öne sürmekte ve Mahkeme kararının temyizen incelenerek bozulmasını istemektedir.
657 sayılı Kanununun 76.maddesi ile kurumlara, görev ve ünvan eşitliği gözetmeden kazanılmış hak aylık dereceleri ile memurları kurum içinde aynı veya başka yerlerdeki diğer kadrolara naklen atama yetkisi tanınmıştır. Ancak, bu yetkinin keyfi ve sınırsız olmayıp, kamu yararı ve hizmet gerekleri ile sınırlı bulunduğu ve kullanılması suretiyle tesis edilen işlemlerin 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 2.maddesinin 1/a bendi uyarınca, yetki, şekil, sebep, kanun ve maksat yönlerinden idari yargı denetimine tabi bulunduğu idare hukukunun bilinen ilkelerindendir.
Davacı, hakkında ... ilçesinin sokaklarında sloganlar yazdığı ve örgüt sel faaliyet içinde bulunduğu iddiasıyla yapılan soruşturma sonucu iddiaların sübut bulmadığı, ancak "böyle bir olaya dolaylı da olsa, gerçekten karışmamış da olsalar" karıştırılmış olmasının çevrenin öğretme
ne duyması gereken güveni sarstığı, bu nedenle il dışına atanması yolundaki müfettiş önerisi yerinde görülerek dava konusu işlemin tesis edildiği, idari soruşturmaya neden olan eylemle ilgili olarak Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcılığınca yapılan soruşturmada takipsizlik kararı verildiği dosyadaki belgelerin incelenmesinden anlaşılmıştır.
Devlet Memurlarının Hakları ve Ödevleri 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ile düzenlenmiştir. Yasanın, "isnat ve iftiralara karşı koruma" başlıklı 25.maddesinde "Devlet Memurları Hakkındaki ihbar ve şikayetler, garaz veya mücerret hakaret için, uydurma bir suç isnadı suretiyle yapıldığı ve soruşturma veya yargılamanın tabi olduğu kanuni işlem
sonucunda bu isnat sabit olmadığı takdirde, merkezde bu memurun en büyük amiri ilerde valiler isnatta bulunurlar hakkında kamu davası açılmasını Cumhuriyet Savcılığından isterler" hükmüne yer verilmektedir.
İleri sürülen iddialarla ilgili olarak idari ve cezai yönden yapılan soruşturmalar sonucunda, davacının ÜZERİNE ATILI SUÇLAMALARI SABİT OLMADIĞINA KARAR VERİLDİĞİNE VE BU SONUCA GÖRE DAVACININ 657 SAYILI YASANIN 25.MADDESİ GEREĞİNCE DEVLET TARAFINDAN İSNAT VE İFTİRALARA KARŞI KORUNMAYA ALINMASININ GEREKMESİNE KARŞIN, sübut görülmeyen bu iddialar dayanak yapılarak adı geçenin görev yerinin değiştirilmesinde yasaya, kamu yararı ve hizmet gereklerine uyarlık bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, davacının temyiz isteminin kabulüyle İdare Mahkemesi kararının 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49.maddesinin 1/b bendi uyarınca bozulmasını, uyuşmazlık hukuki noktalara ilişkin bulunduğundan ve dosya içindeki bilgi ve belgeler karar verilmesi için yeterli olduğundan aynı maddenin 2.fıkrası uyarınca dava konusu işlemin iptaline” karar verilmiştir.(DAN-DER SAYI:72-73)

c-Danıştay 5.Dairesinin 06.11.1991 tarih ve 1991/1187 esas, 1991/2049 sayılı kararında “görevinde herhangi bir başarısızlığı saptanmayan davacının hakkında salt soruşturma yapılmış olmasına dayanılarak ve soruşturmada elde edilen bilgiler değerlendirilmeksizin genel müdürlük makamıyla koordineli ve güven ortamı içinde çalışamayacağı sonucuna varılarak genel müdür yardımcılığı görevinden alınmasında hukuka uyarlık bulunmadığı” na karar verilmiştir.
Kararın gerekçesinde; Dava, davacının Ulaştırma Bakanlığı Telsiz Genel Müdür Yardımcılığı görevinden alınarak Bakanlık Müşavirliğine naklen atanmasına ilişkin Müşterek Kararname ile yerine atama yapılmasına dair Müşterek Kararnamenin iptali isteğiyle açılmıştır.
657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 76.maddesi "Kurumlar Görev ve unvan eşitliği gözetmeden kazanılmış hak aylık dereceleriyle memurları bulundukları kadro derecelerine işit veya 68.maddedeki esaslar çerçevesinde daha üst, kurum içinde aynı veya başka yerlerdeki kadrolara naklen atayabilirler." hükmünü taşımaktadır.
Belirtilen hüküm ile kamu görevlilerinin görev yerlerinin değiştirilmesi konusunda idarelere tanınan takdir yetkisinin kamu yararı amacına ve hizmet gereklerine uygun suretle kullanılmasının zorunlu olduğu idare hukukunun yerleşmiş ilkelerindendir.
Ne Anayasa nede 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ve ilgili diğer yasalarda idareye, ÜST DÜZEY YÖNETİCİLERİNİN GÖREVDEN ALINMALARI KONUSUNDA KAMU YARARI VE HİZMET GEREKLERİ ÖLÇÜTLERİ DIŞINDA DAHA GENİŞ BİR TAKDİR YETKİSİ TANIYAN HÜKÜMLERE YER VERİLMEDİĞİNİ VURGULAMAK GEREKİR. Üst düzey yöneticiliklerine atanmak için öğrenim ve hizmet süresi gibi kimi objektif ölçütlere yer verilmiş olmasına karşılık, BU GÖREVLERDEN ALINMAK İÇİN KAMU YARARI VE HİZMET GEREKLERİ DIŞINDA ÖZEL BİR TAKDİR YETKİSİNİN ÖNGÖRÜLMEMİŞ OLMASI, BU YÖNETİCİLERLE İLGİLİ İŞLEMLERDE DE, İDARENİN BU ÖLÇÜTLERİ GÖZÖNÜNDE BULUNDURMAK ZORUNLULUĞU OLDUĞUNU VE HUKUKEN GEÇERLİ NEDENLERE DAYANILMASI GEREKTİĞİNİ AÇIKCA ORTAYA KOYMAKTADIR.
Diğer yandan 657 sayılı Yasanın 25.maddesinde Devlet Memurları hakkında yapılan ihbar ve şikayetlerin, soruşturma sonucunda, sabit olmadığının veya bunların gareze dayalı yada mücerret hakaret için yapıldığının veya bunların gareze dayalı yada mücerret hakaret için yapıldı-
ğının belirlenmesi durumunda yapılacak işlemler gösterilmiş ve bu suretle memurların isnat veya iftiralara karşı korunması esası getirilmiştir.
1984 yılında Telsiz Genel Müdürlüğü Frekans Dairesi Başkanlığı görevine getirilerek genel müdürlük bünyesinde göreve başlayan davacının, 1986 yılında Sistemler Dairesi Başkanlığına, 1988 yılında da Genel Müdür Yardımcılığına atandığı, aynı genel müdürlükte laboratuar şube mü-
dürü olan şahıs hakkında yürütülen bir soruşturmadan dolayı bu kişinin öne sürdüğü bazı iddialar üzerine 15.10.1990 günlü olurla Bakanlık Müfettişleri tarafından yapılan soruşturma sonucunda düzenlenen raporda davacı hakkında alış konuda inceleme yapıldığı, bunlardan dört tanesinde yer alan iddiaların sübut bulmadığı veya gerçeği yansıtmadığının belirtildiği, buna karşılık davacının firmalarca laboratuarda test edilmesi amacıyla getirilen cihazlarla ilgili başvuru dilekçelerine "ivedi" kaydı koyarak bazı firmaların işlemlerinin daha çabuk yapılmasına yönelik tutum içinde olduğu, ayrıca Jandarma İkmal Merkez Komutanlığı için imal edilen uzaktan kumanda cihazının test edilmesi amacıyla firmasınca yapılan 1.8.1990 tarihli başvuru dilekçesine Telsiz Kanununun 29.maddesinin son fıkrası uyarınca kapsam dışı olduğu yolunda kayıt koyulduğu halde aynı firmaya yapılan 8.8.1990 tarihli yazıda başvurunun "kapsam dışı olmadığı, firmanın Telsiz Genel Müdürlüğünden izin alması gerektiğinin bildirildiği, ilk yazıya Telsiz Kanununun 29.maddesinin eklenmesinin laboratuar şube müdürünün talimatı üzerine aynı yerde görevli bir mühendis tarafından gerçekleştirildiği ancak her iki yazıyı da parafe eden davacının bu davranışı ile tutarlı bir idarecilik örneği göstermediği, ayrıca hakkındaki bu soruşturma nedeniyle davacının genel müdürlük makamı ile koordineli ve güven ortamı içinde çalışma olanağı kalmadığı kanaatine varıldığı belirtilerek davacının görevinin değiştirilmesinin önerilmesi üzerine dava konusu işlemlerin tesis edildiği dosyadaki belge ve bilgilerin incelenmesinden anlaşılmıştır.
Telsiz Genel Müdürlüğünün dosyada bulunan yazısıyla, önceden olduğu gibi kamu kurum ve kuruluşları ile gerçek ve tüzel kişilerden ve Türkiye'deki yabancılardan gelecek, taleplerin geciktirilmemesi, başvuru evrakına ivedi kaydı konulmuş olanlara öncelik verileceğinin tüm ünitelere duyurulmasının istenilmesi karşısında davacının bazı başvurulara "ivedi" kaydı koymasında özel bir kasıt aranamayacağı ve genel müdürlüğün süregelen uygulaması doğrultusundaki bu tutumu nedeniyle kusurlandırılamayacağı açıktır. Jandarma İkmal Merkez Komutanlığı için imal edilen cihazın Telsiz Kanununun 29.maddesi kapsamında olmadığına dair laboratuar şube müdürünce hazırlanıp imzalanan yazıdan sonra bu cihazın yasa kapsamında olduğu yolunda düzenlenen ve laboratuarda görevli teknisyen, mühendis, laboratuvar şube müdürü ve Daire Başkanının parafını taşıyan yazıda genel müdür yardımcısı olarak davacının da parafının bulunmasının adı geçenin görevden alınmasını hukuken haklı kılacak bir yönü bulunmamaktadır.
Görevinde herhangi bir başarısızlığı saptanmayan davacı hakkında salt soruşturma yapılmış olmasına dayanılarak ve soruşturmada elde edilen bilgiler değerlendirilmeksizin adı
geçenin genel müdürlük makamıyla koordineli ve güven ortamı içinde çalışamayacağı sonucuna varılmasında ve bu durumun işlemin nedenleri arasında gösterilmesinde ise kamu yararı ve hizmet gerekleri yönünden hukuka uyarlıktan söz edilemez.
Açıklanan nedenlerle dava konusu işlemlerin iptaline” karar verilmiştir.

D-SONUÇ:

Hiçbir alanda kabul edilemeyeceği gibi, memurun idarece korunmasına ilişkin Anayasal ve yasal hükümlerin göz ardı edilip, haksız isnat ve iftiralara karşı memurunu korumayan idareye hizmet kusurundan sorumluluk yüklenip cezalandırılması hukuken mümkündür.
Bu cezalandırma; ille de ve sadece tazminat ve rücu kapsamında değil, TCK kapsamında da söz konusu olabilecektir. Zira memura hakaret ve iftira suçları, yukarıda belirtildiği üzere resen takibi zorunlu birer suçtur. Ve idarenin memurunun bu illetten koruma ve memurunun hakkını arama yükümlülüğü bulunmaktadır.
Saygılar….


Önder ÖZLEM
Emniyet Amiri
Selim115@hotmail.com