21 Eylül 2010 Salı

YAŞAMIMIZI ÇALAN ROLLER


Ne kadar müdürsek, profesörsek, doktorsak, mühendissek, yazarsak, “bey”sek o kadar var olabiliyoruz. Toplumsal rollerimizle üzerini sımsıkı örttüğümüz “ben”imizi soluksuz bırakıyor, boğuyoruz. Yalnızca “Ahmet”i, “Mehmet”i yaşayamadığımız için başka hayatlar bizim hayatımızmış gibi oluyor. Bizim hayatımızmış gibi olan rollerimiz gittiğinde sudan çıkmış balığa dönüyor, kala kalıyoruz. Rollerimizin hayatımızı çalıp götürdüğünü fark ettiğimizde geç kalmış oluyoruz...

Tıp profesörü çok yakın bir aile dostumuz var. Doktorluğunu, profesörlüğünü unutabildiği zamanlarda çok keyifli zamanlar geçiririz. Edebiyattan, sanattan, yaşamdan, hanımlardan, çocuklardan konuşur, saatlerin nasıl akıp gittiğinin farkına varmayız. Ta ki, o ana kadar. Ne zaman ki benim hanım bir hastalığından konu açar, büyü bozulur. Dostum doktorluğunu ve profesörlüğünü anımsamıştır artık.

Saatlerdir Ahmet ve Hasan olarak sürdürdüğümüz sohbetin devamına olanak kalmamıştır. Benim de her zaman olduğu gibi içten içe güleceğim zamana varılmıştır. Hasan’ın önce doğasal yüzü gider, yerine “etkili ve yetkili” bir maske gelir. Her zaman olduğu gibi sağ elinin başparmağıyla kaşının üzerini kaşır gibi yaparken, “eeeee”ye benzer bir ses çıkarır. “Bak şimdi...” diye başladığında da artık bizim Hasan başka biri olmuştur, onu geri getirmek için epey zaman gerekecektir.

Bunun tam tersi de olur. Hiç tanımadığınız biriyle tanıştırılırsınız. “Arkadaşım Ahmet” diye takdim edilirsiniz. Karşınızdaki bey ya da hanımla gündelik yaşamdan konuşmaya başlar, hayatın içine dalmaya başlarsınız.

Her şey doğaldır. “Ne iş yapıyorsunuz” sorusu geldiğinde büyünün bozulma zamanına vardığını anlarsınız. Söylediğiniz mesleğe göre karşınızdakinin yüzü çeşitli biçimlere girer. Yanıtınız işçi, emekli, işsiz ise farklı, genel müdür, doktor, yönetici ise farklı bir yüzle karşı karşıya gelirsiniz. Sonraki konuşmaların artık hükmü kalmamıştır. Yaşamımızın en acıklı halidir bu.

Bedenimiz, ruhumuz, bir yerlerde mahzun, soluksuz kalırken rollerimizle avunarak tükettiğimiz hayatların çoğu kez farkında bile değilizdir. Farkında olsak da rollerimizle var olmak daha çekici gelir. Rollerimiz olmadan kendimizi tanımlayacak tümce bulmakta güçlük çekeriz. Prof. Dr. Üstün Dökmen, TRT’de yaptığı “Küçük Şeyler” programlarının birinde Çinli bir bilgeden güzel bir yaklaşım aktarmıştı. Çinli bilge şöyle diyor:

“Doğduğun zaman sadeci 1’sin. Büyüdükçe 1’in yanına sıfırlar eklersin. Diplomaların, unvanların, rozetlerin olur. Evlerin, arabaların olur. Bunların her biri sıfırdır, ama1’in sağına konuldukça senin değerin artar. Ancak bütün bu sıfırların değeri sen hayatta olduğun sürece vardır. Sen öldün, 1 gitti. Sıfırların hiçbir anlamı kalmadı....” Ne hoş değil mi?

Sıfırların üzerine kurulan hayatlar, aslında olması gerekene var oluşumuza en büyük engeli oluşturmuyor mu?

Eşyalarımızın, unvanlarımızın, rollerimizin dışında başka bir dünya olduğunu bir anımsayabilsek, “ben”imizle barışabilsek, yiyen, içen, gezen, gören yanımızla buluşabilsek, insan olduğumuzu anımsayabilsek, mutluluğun hemen yakınımızda bir yerlerde olduğunu görebilirdik. Hayatımız, hayatlarımız ne güzel olurdu...

BİR MESLEK HASTALIĞI


Akademi den mezun olduğumdan bu yana kadrocuyum, kadrocuların çektiklerini içeriden bakan bir göz olarak, farklı bir şekilde gözlemleme imkânımızın olduğunu düşünüyorum. Ama aşağıda anlatılanlar ise ömrü hayatında kadro yüzü görmeyen bir kardeşimizin değerli gözlemleri.Hani derler ya, kavgayı dışarıdan bakan daha net görür diye.

Olur ya, maçı, saha kenarındaki teknik direktör daha iyi gözlemler ve maçın gidişatını etkilemek için maçtan önce yaptığı hazırlıklarla yetinmez ve sahaya sürdüğü oyuncularını maç anında da gözlemler ve o andaki hatalarını düzeltecek talimatlar vermeye devam eder. Maçın heyecanına ve hızlı temposuna kendini kaptırmış olan oyuncular, içinde bulundukları o psikoloji ile ne yaptıklarını ve o anda nasıl hareket etmeleri gerektiğini tam kestiremedikleri durumları, aradan zaman geçip, maç bittiğinde izlerler ve bazen ne kadar basit yanlışlar yaptıklarını ancak o anda fark ederler. Keşke öyle değil de, şöyle yapsaymışım derler.

Ama olan olmuş, zaman geçmiş, maç bitmiştir. İşte bu sebeple, maç anında teknik direktör, oyuncuların farkına varamadıkları veya farkına varıp da o an için önemsemedikleri konuları, hemen o anda oyunculara hatırlatıp, hatalarını anında düzeltmeye çalışır ki, zaman geçmeden durumu kendi lehlerine çevirebilsinler.

Benzetmek yanlış olmazsa, kadrocuları da, sahadaki oyuncular gibi görmüşümdür. görevi başarıyla yerine getirmek amacıyla koşturup dururlar. Bu yolda evlerinin yolunu, çocuklarını kaçıncı sınıfa gittiğini unutanlar bile vardır. Hatta bununla övünen, emekliliği gelmiş polisleri gördüm ben.

Ama zaman öyle akıp geçtikten sonra bu polisler bir de bakıyorlar ki; hayatları sadece ve sadece meslekleri olmuş. Özel hayat, aile hayatı, eş ve çocukla yeterince ilgilenme, birlikte vakit geçirme gibi insan için gerekli olan şeylere gereken zamanı ve önemi vermemişler. Birileri de onlara bu önemi hatırlatmamıştır. Bir de emekli olunca sanki bir boşluğa düşmüş gibi olanların sayısı hiç de az değil diye düşünüyorum.

Bu durum belki onların suçu değil. Polislerin böyle insancıl ihtiyaçlarının da karşılanabilmesini düşünmek, o polislerden daha çok, onları sahaya sürenlerin temel görevi değil midir? Teşkilatımızın yine ezber cümlelerinden birisi olan (üst eleştirilmez!!) masalı gereği bazı şeyleri açıkça söyleyemiyorum belki ama durumu dikkatli bir şekilde izleyen bir göz, polisin yukarıda saydığım ihtiyaçlarının bu zamana kadar çok da giderilemediğini rahatça görebilir ve bunun suçlularının kimler olduğunu rahatça anlayabilir.

Siz bir insanı arı kovanının yanına gönderiyorken, o insanın üzerine koruyucu kıyafetler vermiyorsanız ve sıkıntı çıkınca da o adamı suçluyorsanız, ortada bir yanlışlık var demektir. Bir kalorifercinin bile, çalıştığı işten dolayı zehirlenmesin diye, yanlış bilmiyorsam günlük yarım litre süt veya yarım kilo yoğurt istihkakı var.

Polisin insan olarak ne hakkı var?

Bu konuları kadrodaki meslektaşlarımıza zaman zaman muhabbet esnasında anlatmaya çalışıyordum ama kadro virüsü kanlarında dolaştığı için, bu anlattıklarımın, yakın zamana kadar, onlar tarafında pek de kabul gördüğünü söyleyemem. Bu 'yakın zaman' dediğim, ab uyum süreci oluyor. Belki de bu sürecin bize (polise) sağladığı birçok yaradan birisi de bu oldu. Yani polisin, kendi asıl görevlerini ve yetkilerini bilmesine ve üstüne lüzum olmayan işlere sürülmesinin engellenmesine az da olsa katkısı oldu.

AB süreci bence şu zaman kadar, hiyerarşi adı altındaki meslek içi hak ihlallerine, 'fedakarlık gerektiren bir meslek masalı' altında polisin köle gibi çalıştırılmasına, üstlerin keyfi muamelelerine vb birçok alışılagelmiş polislik sıkıntılarına karşı polislerin kendi durumlarını yeniden düşünmelerine vesile oldu.

Aklını çalıştıran, okuyan ve dünyada ne gibi yeniliklerin olduğunu merak eden polislerin, uyanmalarına, kendi haklarını öğrenmelerine ve yeri geldiğinde haklarını kendi üstlerine karşı da olsa, aramalarına vesile oldu. Polisin kendini sorgulamasına, 'neler oluyor? Neden böyle oluyor? Bunun daha insanca yapılma yolu yok mu? Polisi yöneticiliğinin, polislik uygulamalarının, polislik mesleğini icra etmenin daha insancıl ve daha medeni yolları yok mu?' gibi sorular sormaya başlamasına vesile oldu.

Kısacası, aklını çalıştırabilen, beynini nezarethanenin dört duvarı arasına sıkıştırmadan geniş düşünebilen polislerin uyanmasına vesile oldu. Polis teşkilatının daha insancıl hale gelmesine bir kapı araladı ve artık o kapı iyice açılmaya başladı. Tabii bütün bunlar benim düşüncelerim, benim görebildiklerim. Elbette ki farklı düşünenler olacaktır. Bunları söylerken de; yanlış anlaşılmasın, kadroda canla başla çalışmasınlar demiyorum. Bunu kimse de söyleyemez. Bir iki yıl içinde belki ben de kadroya çıkacağım ve hatta belki de o arkadaşlarımdan daha da fazla kendimi kaptıracağım. Onu şu an bilemem. Fakat odunu keserken baltayı bilemeye de zaman ayıralım diyorum.

Hikayeyi bilirsiniz; akşama kadar odun kesen iki arkadaştan birisi, durmadan dinlenmeden akşama kadar balta sallamış. Diğeri de zaman zaman oturup dinlenmiş, yemek yiyerek güç toplamış, bu molalar esnasında baltasını bilemiş ve çalışmaya devam etmiş. Akşam olup, kestikleri ağaçları saydıklarında, dinlenen adamın, harala gürele çalışandan daha çok ağaç kestiği ve kendini daha az yıpratmış olduğu ortaya çıkar. Mesleğimiz önemli ama ailemizi ihmal edecek kadar, mide kanseri olacak kadar vb. şekilde kendimizi yıpratmamaya dikkat edelim diyorum.

Hangi meslekte insanlar, çocuklarının doğumuna, babasının ölümüne, anasının hastalığına, bayramlara vb. gidememeyi normal sayıyorlar? Bu durumları doğal saymak, insanlık duygularından bazılarının öldüğünü gösteriyor olabilir mi? tekrar söylüyorum; ben kadro yüzü görmediğim için pek bilmiyorum ama kadrocu arkadaşların anlattıkları bazı amir ve müdürler var. Arkadaşlar, bu insanların polislik adına astlarına yaptıklarını anlattıkça, inanın içime sindiremiyorum. Kendi emri altındakilere bunları yapanlar, değil amir/müdür, insan bile olamazlar diyorum.

Bu davranışların neler olduğu konusuna burada girmeyeceğim. Çünkü eminim ki bu yazıyı okuma zahmetini gösterenlerin bu konularda benden çok daha fazla tecrübeleri ve bilgileri vardır. Birçok kadrocudan duyduğum şu ortak sözleri aktarmak istiyorum: 'bizim mesleğimiz gibi, kendi teşkilat mensubunu ezen, insan yerine koymayan, insani haklarını bile gasp eden başka bir teşkilat yoktur bu memlekette de dünyada da. Ben o sıkıntıları yaşamadığım halde, arkadaşlarımın halini gördükçe inanın çıldıracak gibi oluyorum. daha çok söyleyecek şey var ama..........

Son söz olarak en vahimini de söylemek istiyorum; Bunca sıkıntıya rağmen, kadroda çalışan bizler, tüm bu olanları mecburen kanıksamışız adeta. Artık polise yapılan haksızlıklar hakkında konuşmayı bile lüzumsuz görüyoruz. Böyle çalışmayı kabul etmiş bir hali var birçoğumuzun. Hani psikolojide 'öğrenilmiş çaresizlik' diye bir şey vardır ya. İşte ona tutulmuş birçok meslektaşımız.

17 Eylül 2010 Cuma

HER MÜDÜR, MÜDÜR MÜDÜR?


Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci, mercan da nedir? Bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye feda edilmedikten sonra. Hz. Mevlâna Celaleddin-i Rumî
Evvel zaman içinde Patagonya Cumhuriyeti Dâhiliye Vekâleti Emniyet Umum Müdürlüğünde görevli bir yönetici varmış. Akıl almaz tutum ve davranışlarda bulunarak meslek mensuplarını canından bezdiriyormuş.
Emniyet Umum Müdürlüğünün Patok vilayetinde görev yapmakta olan kişisel ego’su ile her tutum ve davranışıyla hemen dikkati çeken, üst düzey yönetici sıfatı bulunması nedeniyle astlarını her vesileyle aşağılayıp küçümsüyormuş. Her konuda ve her olayda kendini yüce bilinç harmanı olarak görüyor, olumlu veya olumsuz her olayda kendine bir çıkar sağlamayı kar belleyen bir zihniyete sahip bir ruh hali içinde buluyormuş.
Astlarının hukukuna tecavüz etmeyi alışkanlık haline getirmiş ve bunu bir meziyetmiş gibi etrafa lanse ederken suç işlediğinin farkındalıgında olmadan kendi hanesine artı puan yazdırdığını zannederek personelinin hakkını gasp ediyormuş. Emin adımlarla teşkilatta efsane olmanın vereceği payeleri şimdiden hayal ederek peşin satan tüccarlar gibi kendini üst amirlerine pazarlamanın ürkütücü borsa matematiği hesaplarını yaparak ikbal hülyaları ile zaman geçirmekteymiş. Hiç bir kategoriye, ölçüye sığdırılması mümkün olmayan, eşsiz, benzersiz ortamlar yaratıyor. Farklılaştırıcı, ötekileştirici, adaletsiz, eşitsiz, bencil çıkarların ifadesi olan müdahaleler/girişimler, utanç verici aşırılıklarla teşkilatı sarsıyormuş.
Maiyetini ve astlarını koruyup kollamak, eksiklerini uygun bir üslupla anlatmak, etrafında bir sevgi çemberi oluşturarak görevin yerine getirilmesi konusunda rehber ve yol gösterici olmak yerine her yerde ve her konumdaki astlarını azarlayarak, korkutarak, tehdit ederek, alay ve istihza konusu yapıyormuş. İnsanların izzetinefis ve kişilikleriyle oynayarak bir yerlere geleceğinin verdiği sarhoşluk ve baş dönmesiyle demode olan yönetim anlayışını yeniden ikame etmenin çabasındaymış.
Yönetim deontolojisinin ve bilimsel verilerin aksine olarak astının hukukunu çiğnemeyi marifet sayarak, yasal hakların kullanılmasını dahi bir lütuf gibi görerek buralardan bile kendine bir yüce görev çıkartmasını bilerek tarihin en acımasız neronlarına taş çıkartırcasına insanları güya minnettar bırakmayı kendine asli görev çıkartma yeteneğine sahip olmayı meziyet zannediyormuş.

Ancak kendisi bilginin efendisi olunca, başkalarının da ya cahilliğin kölesi ya da bilgisizliğin efendisi olması söz konusu olursa, kendisi de otomatik olarak aranılan, sazı sohbeti dinlenilen ve başkalarının bilgi bağlamında kendisi ile rekabet edemeyeceği kişiler olması da ortaya çıkacağı hinliğini gösterebildiğini zannetmekteymiş. Bu durumun, sorunlara kısıtlı bakan, ufku göremeyen ve yalnızca önlerine yoğunlaşan kişilerin bakış açısını yansıttığını, çok iyi niyetli ve koruyucu bakış açısı gibi gözükse de, bu bakış açısının teşkilat için ne derece yararlı olacağının tartışılacağı bilincinden de uzak yaşıyormuş.

Tahammül mülkünü yıkan bu tür çarpık zihniyetli yaklaşımlara karşı Patogan halkının dinsel öğretileri gereği kutsal Şabat ayında personel inandığı dinsel değerler gereği iledir ki; görev gereği kullandığı teknolojinin en son ürünü silahları kullanmaya ramak kalmasına rağmen sabır silahını kullanmayı tercih etmekteymiş. Fakat personelin bu tutumunu farklı algıladığından bahse konu yönetici şirretliğini iyice arttırmaktaymış. Sinirlerine hakim olamayan bir çok personel de çareyi gizli gizli antidepresif ilaç kullanmakta buluyormuş.

Ancak bahse konu kişinin unuttuğu çok önemli iki husus varmış ki bunları hep göz ardı ediyormuş. Birincisi ilahi adalet önünde yüce divanda yargılanacağı zaman kimseyi kandıramayacağı ve “Deveden büyük fil var” atasözündeki genel geçer güçler dengesindeki zor oyunu bozar realitesiymiş.


Dorothy L. Nolte’nin şiirini patagonya polisine uyarlayarak okuyacak olursak mercek altına aldığımız konumuz açısından, oldukça önemlidir.

Eğer bir patagon polisi:
Sürekli eleştirilirse, herkesi kınar ve ayıplar.
Kin ortamında bulunuyorsa, devamlı kavga eder.
Alay edilip aşağılanıyorsa, yaşadığı toplumdan sıkılır ve utanır.
Utandırılarak terbiye edilmeye çalışılırsa, devamlı olarak kendini suçlar.
Eğer bir patagon polisi:
‘Tolerans’ ve farklılıkları anlamak ile yetiştirilmişse, her zaman sabırlı olur.
Desteklenip yüreklendirilirse, kendine güven duyar.
Övülür ve beğenilirse, takdir etmenin gerekliliğini bilir.
Hakkına saygı gösterilirse, adil olur.
Güven ortamı içerisindeyse, inançlı olur.
Kabul ve onay görürse, kendini ve çevresini sever, saygı duyar.
Toplum içinde dostluk ve arkadaşlık görürse, hem kendisini, hem de çevresindekileri mutlu eder…