22 Şubat 2010 Pazartesi
EMEKLİ BİR EMNİYET MÜDÜRÜ’NÜN HATIRALARI
EMEKLİ BİR EMNİYET MÜDÜRÜ’NÜN HATIRALARI
“Bu hatıralar Moritanya’da Emekli bir Emniyet Müdürü’ne aittir. Kişiler ve Olayların bazıları daha akıcı olsun diye isimler Türkçeleştirilmiştir. Gerçek kişi, zaman ve olaylarla hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. Tercümeden kaynaklanan cümle kurguları ve imla hataları için kusura bakmayınız.”
Kısa bir süre oldu emekli olalı. Ne kadar da çabuk geçmiş zaman. Otuz küsur sene dile kolay. Büyük ümitlerle başlamıştık mesleğimize. Tam 180 ateş parçası. Vatan için canını vermeye hazır, gözünü budaktan esirgemeyen tam 180 kişi. Dağılmıştık bir anda ülkenin dört bir tarafına. Büyük ve de önemli adamlardık. Ülkemizin asayişi için vardık. Gecemizi gündüzümüze katıyor, o operasyondan bu operasyona, o faili meçhulden diğerine…
Bende orta ölçekli bir kente tayin olmuştum. Karakolda başlamıştım ilk görevime. Kısa bir süre sonra asayiş şubeye verildim. Önce hırsızlık büroda çalışmaya başladım. Artık gecem ve gündüzüm birbirine karışmıştı. Uykum son derece azalmış, devamlı çalışmaya, koşturmaya başlamıştım. Hafta içi, hafta sonu farkı yoktu artık benim için. İzin mi? Senede 20 gün iznimin bazen hepsini bile kullanamıyordum. Hafta da bir gün de olsa izin kullanma sansım bile yoktu. Her bayram annem- babam gelirdi aklıma. Ama herkes bayram yaparken biz çalışmak zorundaydık. Hatta herkes rahat bayram geçirsin diye, bizlere ek görev bile çıkıyordu. Varsın olsun biz bu ülke için son derece önemli idik ve bu ‘fedakârlığı’ birilerinin yapması gerekiyordu. Bazen çok yorulduğumu hissederdim. Nedense maç veya konser görevleri hep de bu zamanlara tekabül ederdi. Onca sorgunun, koşuşturmanın üstüne birde bu ek görevler hayatımı bazen oldukça zorlaştırıyordu. Toplantılar, konserler, sınavlar…
Evlendim. Birde oğlum oldu. Artık 3 kişi olmuştuk. Bense hırsızlık bürosu sonrası, cinayet bürosunda görevlendirilmiştim. Tempo hiç düşmüyordu.’Fedakârlık’ gerektiriyordu bu işler. Birilerinin yapması lazımdı. Bu duyguyla kendimize verdiğimiz değer bir kat daha artıyor, bununla gurur duyuyorduk. Bu arada çok yoğun is temposundan dolayı evime, esime ve oğluma da yeterince zaman ayıramıyordum. Hatta kendime bile. Çok istiyordum yüzmeyi, spor yapmasını ama vakit nerde… Bir seferinde kıracağım bu şeytanın bacağını diyip atladım havuza. Ama bin pişman oldum. Telsiz, telefon derken birde şube müdüründen okkalı bir fırça yedim. Adam avazı çıktığı kadar bağırıyordu.’Ne isin var senin havuzda…’ o gün anlamıştım biz polislerin bir kaç saat bile olsa kendilerine ayıracakları zamanı olamazdı. Hele çocukluk arkadaşım Doktor Mehmet ve öğretmen Haluk’u ailece yemeğe davet ettiğim aksam aklımdan hiç çıkmaz.
O gece üç eski kafadar ailece, tesadüfen de olsa aynı kent’te olmanın tadını çıkaralım diye bizim evde bir araya gelmiştik. Hanımlar, çocuklar, beyler hep beraber yemek yedik, kahvelerimizi yudumlarken bir taraftanda eski günleri yâd ediyorduk. Bir anda telsizde bir cayırtı koptu. Birini silahla vurmuşlar… Şube müdürümüz beni anons etti ve o tok sesiyle ‘Nerdesin?’ diye kükredi. Bende evdeyim diyince son derece sert bir ses tonuyla ‘Çabuk beni ara!’ diye bağırıverdi. Evde sessiz bir gerginlik vardı. Çocuklar bile susmuş bana doğru bakıyordu. Lanet olsun böylesi durumlarda pancar gibi olurum, galiba yine olmuştum. Ellerim titreyerek telefonla müdürümü aradım. Sesini ev halkının duymaması imkânsızdı:
—Ne isin var senin evde? Saat daha 23.30! Sen nasıl amirsin…
Arkadaşlarım ve ev halkı dona- kalmıştı. Kafamı kaldıramıyordum. Esim, oğlum, çocukluk arkadaşlarım, esleri… Herkes ağzı acık bana bakıyordu. Çok mahcup olmuştum. Ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Gayet kotu bir ses tonu ile onlardan izin istedim ve misafirlerimi evde bırakıp ayrıldım… Sabah 05:00 a kadar çalışmıştım ve sabah işlemleri tamamlamak ve şahısları adliyeye çıkarmak için 4 saat sonra tekrar şubeye gelmek zorunda idim. O gün yasadığım mahcubiyeti hala unutamıyorum. O günden sonra bir daha kimseyi davet etmedim evime. Restoranda ailemi bırakıp ayrılmak zorunda olduğum zamanlarda hiç az değildi.
Neyse olur böyle şeyler diye devam ettik yolumuza. Bazen is saatlerimin uzunluğu evdeki huzurumuzu da olumsuz etkiliyordu. Oğluma yeterince zaman ayıramıyordum. O da sık sık bu konuda sitem ediyordu. ‘…ama baba Mehmet ve Haluk amca çocuklarını hep parka, sinemaya götürüyorlar… “Ne’olur BABA ne’olur…” Kocaman oldu kerata şimdi. Ama ‘Ne’olur’ ları hala kulağımda.
Neyse güzel kardeşim zaman geçiyordu. Rütbemiz biraz daha artıyor, etrafımızda olanları biraz daha sorgular hale geliyorduk. Enteresan olan arkadaşlarım doktor Mehmet ve öğretmen Haluk ta devlet memuruydu, bende. Onların mesailerinin bir sonu vardı, bizse… Hele bir seferinde acık öğretim sınavı vardı. Ben ve Haluk aynı okulda görevliydik. Sevinmiştim. Biraz sohbet ederiz demiştim kendi kendime. Sınav sabah 09:30 başlayacaktı. Biz 07:30 da görev aldık, fakat okulda henüz kimse yoktu ve kapıları da acık değildi. Neyse yaklaşık yarım saat veya 45 dak. Sonra hademe esneye esneye okula geldi de çok şükür, o soğukta dışarıda beklemekten kurtulmuş olduk. Ardından mıdır ve sonrasında 08:30 gibi öğretmenler geldiler.
Öğrencileri aradıktan sonra okula aldık ve sınav başladı. Öğlen 12:30 da sınavların bir kısmı bitmişti. Tüm sınavlar ise saat 17 .00 de bitecekti.Bizim Haluk 12:45 gibi merdivenlerde göründü.Ayak ustu bir sohbet ettikten sonra müdürün odasına girdi. Kapı acık olduğu için gayri ihtiyari içeri baktım. Birde ne göreyim. Mudur bizim Haluk’a para veriyordu. Çıkışta ‘Oğlum Haluk ne istir?’ diye sordum O da ‘Emeğimin Karslığı.’ Dedi. Ardından ‘Öğleden sonra görevli değilim. Paramı da aldığıma göre, öğleden sonra hanım ve çocuklarla bir yemeğe giderim.’ Dediğinde kan beynime fışkırmıştı.
Sabah hademeden bile önce gel, tüm gün görevli ol, hatta birde kurye aracını bir saat bekle, sonra avucunu yalaya yalaya don. Haluk’ta devlet memuruydu bende. Haaa sonradan öğrendim ki meğer bizim doktorda maç görevlerinde özel ücret alıyormuş. Bana ‘paramı vermezlerse şurdan şuraya adım atmam’ dediğinde ise nabız atışlarımı 100 metre uzaktaki bir sahsın bile fark etmemesi mümkün değildi.
Ertesi gün büro amirimize bu yaşadığım olaylardan bahsettiğimde aynen “Aslanım güvenlik bizim asli görevimiz.” Demişti ama tatmin olmamıştım. Eğer güvenlik benim asli işimse sınavda öğretmenin asli isiydi. Eğer O’ na emeğinin karşılığı hemen nakit olarak takdim ediliyorsa, bana neden edilmiyordu? Aslında verdikleri para umurumda bile değildi ama kanıma dokunuyordu yasadıklarım. Eğer ikimizde memursak neden aynı muameleyi görmüyorduk. Sonradan öğrendim ki toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde ‘hükümet komiserleri’ diye atanan insanlar bile bedavaya is yapmıyorlarmış. Bu cifte standardın anlamı neydi? Ayrımcılık mı? Sahipsizlik mi? Bastırılmışlık mı? Kimi meslektaşlarım bunu hala ‘Fedakârlık ‘ olarak ifade ediyorlardı ama bence bu iste bir yanlışlık vardı.
Zaman geçmeye devam ediyordu. Ama is bitmek bilmiyordu. Hala yoğun bir tempo, hala gece 2 lere 3 lere kadar çalışıyoruz. Koşturuyoruz. Oğlum yanımda ama benden uzak büyümeye devam ediyordu. Esimle zaman zaman tartışmalarımız devam ediyordu. Konu yine aynıydı. Eve ve çocuklara yeterli ilgiyi gösteremiyordum. Ama halime şükür ediyordum. Her şeye rağmen esim ve çocuklarım yanımdaydı. Ya arkadaşlarımın yasadıklarını bende yasasaydım. Esim çocukları alıp gitseydi. Yeter artık deseydi. Şükür diyordum kendi kendime…
Bazen polisleri hayaletle savaşan insanlar olarak görüyordum. Aynı bir bilgisayar oyununa benzetiyordum. Biz vuruyoruz ama o aynen hiç vurulmamış gibi karsımıza çıkıyordu. Evet biz işlem yapıyorduk, adam benimle beraber adliyeden çıkıyordu. Biz aynı adamı tekrar yakalayıp işlem yapıyorduk ama o yine dışarı çıkıp aynı şeyleri tekrar yapmaya devam ediyordu. Kısır bir döngü diye düşünüyordum. Olaylar artıyordu. Arttıkça emniyet müdürü şube müdürünü, şube müdürü de bizi sıkıştırıyordu. Biz alıyorduk adliye çoğu zaman bırakıyor, bazen kısa bir sure içeri atıyor. Sonra adam çıkıyor, aynı isi yine yapıyor müdürler birbirini sıkıştırıyor, sonra tekrar aynı hikaye kısır döngü gibi geliyordu.
Olan zavallı vatandaşa ve bize oluyordu.Olan güzel Mogadişu’muz un huzuruna oluyordu.Sistem böyle işlediği taktirde içerden çıkanlar , daha büyük islere koyuluyor , olay bu kısır döngü içerisinde devam ediyordu.Ama göz önünde polis olduğu için sanki bu döngünün müsebbibi polismiş gibi herkes bizi suçluyor, herkes bilinçli veya bilinçsiz bir şeyler söylüyordu..Birinin onlara kalkıp ‘olayın aslı bu…’ demesi lazımdı.Ama nedense bize aslan kesilen büyüklerimiz , is bu konuya gelince suskun kalıyordu. Nasıl adlandırmak lazımdı bu konuyu.’Korku?’ ‘Kavrayış eksikliği?’ ‘kendini ifade etme kabiliyeti eksikliği?’ Bilemiyordum.
Moritanya Polisi ‘şamar oğlanı’ olmuştu. Bilen bilmeyen. Anlayan anlamayan. Herkes kendince bir yorum yapıyordu. Acımasızca polisi eleştiriyordu. Oysa biz evimizin yolunu unutmuştuk, oysa biz ailemizi unutmuştuk.’Fedakârca’ hiç bir memurun çalışmadığı kadar çok çalışıyorduk. Hafta içi, hafta sonu demeden, bayram seyran demeden… Hem de öğretmenler, doktorlar… Gibi ekstralarda ücret bile talep etmiyorduk. Güvenlik bizim asli isimizdi. Ama neden ama neden…
Olay sadece bu kadar da değildi. Beraber görev yaptığımız savcılar sanki açığımızı arıyormuş gibi hareket ediyorlardı. Sanki biz suçlularla, savcılarsa bizlerle savaşıyordu. En ufak bir konuda soruşturma açmakla tehdit ediyor, çoğu zaman ise hemen açıyorlardı. Devletin aynı isle görevlendirdiği bir kurum diğerine neden böyle davranıyordu. Savcı her seferinde karşısında amir mi varmış, müdür mü fark etmez. Acıyordu ağzını yumuyordu gözünü. Gözümüzde büyüttüğümüz müdürlük makamı, bu olanlardan sonra aslında o kadar da büyük gelmiyordu. Ama bir turlu ne bir araya gelip çözüm amaçlı konuşabiliyorduk, nede “Ey halk bu işin aslı böyle değil…” diye bir açıklama yapılıyordu.
Ne itibar kalmıştı ne yaptığımız işten tat alıyorduk. Oysa ne umutlarla girmiştik. Polis kolejine. Akademiden mezun olurken ne kadar da idealisttik… Herkeste bir bezginlik, herkeste bir ümitsizlik baş göstermişti. Oysa olayı bu noktaya getirmek ne kadarda tehlikeliydi. Sokaklarda devlet hâkimiyetinden bahsetmek abesle iştigal gibi gelmeye başlamıştı. Güpegündüz maskeli adamlar silahlı soygun yapıyor, yolda yürüyen insanlar kaçırılarak tecavüze uğruyor, insanlar geceleri evlerinde uyuyamaz hale geliyordu. Bazen acaba bütün bunlar kasıtlımı yapılıyor diye aklıma gelmiyor değildi. Ama neylersin ki herkes gibi türbinlerden, boyumuz yettiğince sahanın geneline bakmaya çalışıyorduk.
Hele şu tayin olayı yok mu, artık ev taşıma olayı kâbusum olmuştu. Her seferinde yeniden ev bul, pahalıydı, ucuzdu, çocuğun okulu, eşyalar kırılır… Sadece iller arası tayin değil bazen en olmadık zamanlarda ilçeye tayin yazısını masanda bulursun. Hemen çocuğun bir kez daha gözünün önüne gelir. Gariban çocuk kaç okul değiştirdi kim bilir. Ama ilkokulu 3. okulda bitirmişti galiba. Hatta yurtdışında bulunmuş bir arkadaşım oradaki polislerle konusunca bu tayin olayını bir turlu anlatamamış. Adamlar her seferinde bir soru sormuşlar:’Esin eski görev yerinde mi kalıyor?’ ‘Ya çocuğun, okul? eşyalar?’ sorular hiç bitmiyormuş.En sonundaki soru ise çok anlamlı ‘Peki bütün bunlara ne gerek var?’Tabi anlamak lazım adamları.Karıncaya fili tarif etmek zor istir…
Çok istemiştim yurtdışına görevli olarak gidebilmeyi hem maddi olarak rahatlayacaktım, hem de oraları da görmüş olacaktım. Fakat nasip değilmiş. Giden çok arkadaşımız olmuştu. Özellikle devrem Doğan’ın anlattıkları çok ilgimi çekiyordu. Akıllı çocuktu Doğan… Hem okuma alışkanlığı hat safhadaydı, hem de etrafını çok iyi gözlemliyordu. Hatırladığım kadarıyla misyonda birçok farklı kuruma ait personel olduğundan, fakat en az itibar gören kurumunsa teşkilat mensuplarımızın olduğundan fazlasıyla bahsederdi.’Kendi kurumumuzla diğer kurumları kıyaslayınca, Moritanya da ki teşkilatımıza ait itibar ayaklar altında’ derdi.
Ardından eklerdi ‘Biz kullanılıyoruz aslanım, iliklerimize kadar sömürülüyoruz.Bize yaptırdıkları mesaiyi diğer hiç bir kurum yapmaz iken,onlara tonlarca maaş veriyor bizlerse, 3 kurusa bekçilik yapıyoruz.Birde polise omuz üstünden bakmıyorlar mı.İşte adamı en çok rahatsız eden konuda bu yiğidim.Bizler yaptığımız isin adını ‘fedakarlık’ koymuşuz ama,bunun ne işveren farkında nede diğerleri.Bizi Kandırıyorlar aslanım!!!’ deyisi hep aklımdadır.Kimi arkadaşlarımız ‘Hadi canım sende’ derken, bense zaman içerisinde Doğan’ın ne kadar haklı olduğunu fark ettim.
Mesleğin üst kademelerine yükseldiğimde, aldığım maaşla oturduğum makam arasında büyük bir uçurum olduğunu düşünmeye başlamıştım ki, zaman beni haksız çıkardı. Evet, aslında oturduğumuz makamlarda o kadar büyük ve de önemli yerler değilmiş. Bunu devrem Salih’in Ahmet’in ve ya Aydın’ın görevden alındıkları zaman anlamıştım. Bizlerin meslek hayatı boyunca ideal edindiği, ‘Bir gün bizde o makamlara gelir miyiz?’diye düşündüğü, oralara gelebilmek için 25-30 senemizi verdiğimiz makamlar,10 dakika içerisinde hazırlanmış 3-4 satırlık yazı ile son bulabiliyordu. Hem de en basit, en anlamsız sebeplerle. Çoğu zaman ise diyet niyetiyle…
Simdi sorarım kendime ’Bu kadar kolay elinden alınabilecek bir şey insanın gayesi olabilir mi? Ya da Bir omur boyunca hiç bir fedakârlıktan kaçınmadan, gecemizi gündüzümüze katarak, evimizi ailemizi bile uğrunda ihmal ettiğimiz amacımız, birkaç dakika içerisinde bitirilecek kadar basit olabilirimi?’
Evet olmuştu. Devrelerimin basına gelen olaylardan sonra, geçte olsa böyle düşünmeye başlamıştım. Birkaç kişi bir şeyler anlatmaya calışsada, onlarıda susturmak çok kolay olmuştu. Yine biz suçlu olmuştuk. Yine biz itilip kakılıyorduk. Konuşması gerekenlerin dizleri titrer olmuştu. Nutku tutulmuştu. Varsa yoksa oturdukları konforlu koltuk ve odaları… Sanki onlar sorumlu değildi de başkaları yapacaktı bu isleri vesselam…
Neyse kardeşim söylenecek çok söz var. Ama sen doğru bildiğinden şaşma, çalış azimli ol ama kendine de ailene de zaman ayır. Her zaman insanca çalış, insanca yasa ve bunların seninde hakkın olduğunu hiç çekinmeden her fırsatta söyle. Sen köle değilsin. Yılda 1826 değil. Herkese seninde insan olduğunu bir kez daha haykır. Korkma. Tarih 2007 de. Ama söylediğin adam 1970 de kaldıysa bırak oda orda kalmaya devam etsin. Bırak içinde olduğu çukurda herkese tepeden bakmaya devam etsin.
Ben simdi donup geriye baktığımda,anlamsız koşuşturma içerisinde kaybettiğim gençliğimi,kendime ve aileme verdiğim ızdırabı, oğlumun ‘Hadi ne’olur baba’ deyişini, birde devrem Doğan’ın ‘Bizi kullanıyorlar aslanım!!!’ diye bağırması aklımdan hiç çıkmıyor. Bizler bir şeyleri değiştiremedik. O ufka ve anlayışa sahip değildik. Umarım sizler değişimin adı olursunuz. Hem kendiniz hem de bu ülke için. Kalın sağlıcakla…
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder