11 Ekim 2010 Pazartesi

YARATICI DÜŞÜNCE


Yaratıcı düşünme potansiyeli hepimizde var olan bir olgudur. Ancak bazı kişiler onunla el sıkışmakta geç kalmış olabilir. Yaratıcı düşünce her zaman ok atmaya hazır olarak duran gerili bir yay gibidir. Eğer biz bunun farkına varmaz ve oku içine yerleştirip hedefe (nişan alıp) atmazsak, hiçbir zaman yaratıcı düşüncemizi uyandıramama sıkıntısı ile baş başa kalabiliriz. Bunu uyandırılabilmek için zekâya ve meraka gereksinim vardır.

Elbette yaratıcı düşünme çok kolay bir yolculuk değildir. Ancak hayat sürekli bu gözle koklanırsa ve gözlemlenirse kazanılacak olan bu özellik ile yapılacak olan keşifler, olağanüstü zevkli bir seyahat haline gelecektir. Artık insan bununla kendini her gün yeniden keşfedecektir ve bundan da çok ayrı bir zevk alacaktır. Bunun sürekli uygulanır hale getirilmesi sonucunda; kişilerin, grupların, devletlerin ve dünyanın daha mutlu olması adeta kaçınılmazdır. İnsan Kaynakları Yönetimi içinde anlatılanlar bir anlamda inisiyatif kullanabilen, kendini sürekli geliştirebilen ve yenilikçi / yaratıcı yaklaşımları olabilen bireylerin olması biçiminde açıklanabilir. Bu nedenle biz kendimizi ‘y-i-n-e-l-e-m-em-e-l-i’ ve fakat sürekli ‘y-e-n-i-l-e-m-e-l-i’ yiz.

Yaratıcılık bir anlamda yaratılmayanı ve hiç görülmeyeni öngörerek üretme sanatıdır. Emre Becer bunu “hiç kimsenin akıl edemediği şeyi akıl etmek” olarak açıklar, yeter ki insan bunu başarmayı arzulasın, istesin. Yaratıcılık yaşamın her evresinde olur, sürekli geliştirilebilir ve değiştirilebilir. Yalnızca yanlış olanları tartışmak, yaratıcı düşünceyi geliştiren bir olgu değildir. Bu durum sıklıkla medyanın polisle ilgili yaptığı haberlerde karşımıza çıkar. Medya yalnızca olan bir olay ile ilgili haberi (ama objektif ama sübjektif olarak) vermekte ve fakat gerekli olan çözüm ve önerilerini de beraberinde sunmamaktadır. Bir diğer anlatımla, polisin ve davranışlarının odak noktası olduğu haberlerde, medya ‘eleştirel gerçekçilik’ yapmakta ve fakat ‘fonksiyonel gerçekçilik’ yapmamaktadır.

Cemil Meriç böylesi farklı ve yaratıcı düşünme zenginliğinin gerekliliğini ifade ederken; “Düşünce şüpheyle başlar. Düşünce tezatlarıyla bir bütündür. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hataya mahkûm etmek değil midir?” haklı sorusunu sorarak duygularını açıklamaktadır. Bir diğer anlatımla, ‘Barika-i hakikat, müsademe-i efkârdan doğar.’ Bu nedenle de yaratıcı düşünce içinde olan insanlarla birlikte beyin fırtınasının yapılması, en iyinin, en doğrunun ve en verimli olanın bulunması çalışmasının yapılması anlamına da gelebilir.

Einstein ve Picasso var olanlardan hareket ederek, olmayanı buldular ve yapıtlarıyla da farklılaştılar. İnsan bu anlamda bildiği kadarıyla değil, ürettiği kadarıyla insandır. Statükoyu sorgulayan, yeniliklere açık düşünen ve üreten kişilerden oluşan toplumlarda öğrenme ve yaratıcı düşünme desteklenen, yüceltilen bir duygudur. Ortaçağ karanlığını aydınlatan Rönesans, Fransız devrimiyle yön değiştiren Avrupa, özgürlük ve demokrasi kavramlarını alışılagelenin dışında bir boyuttan irdeleyen ABD, hep bu farklı düşünme yetisinin zorlamaları ile kabuklarını kırar. İnsanoğlu aya gidip organları kopyalayabiliyorsa, bunları ‘aykırı’ ve fakat yaratıcı düşünen beyinler sayesinde başarmaktadır. Bu girişimci ruhların yaptıklarının var olan kurallar içinde olup-olmadığı tartışılsa da, aykırı düşünsellik ve yenilikleri destekleyen davranışlar sayesinde toplumların ilerledikleri göz ardı edilmemelidir.

Amerikan Genelkurmay Başkanı ile bir çavuş birlikte aynı beyin fırtınası çalışma seansına katılabilirler. Her ikisi de toplantı süresince birbirine küçük isimleri ile hitap ederler. Toplantı sonunda Genelkurmay Başkanı yine Genelkurmay Başkanıdır, çavuşta çavuş... (Prof. İsmail Üstel). 10-20 yıl sonrasının değerlerini gören ve ona göre yönünü çizen, insana değer veren, en az bir yabancı dil bilen, her zaman öğrenen, kendini sürekli yenileyen, problem çözme tekniklerini kavrayan ve toplumla ayni kaba girmesini bilen bir polis...’ anlatımını yapıyor Milliyet gazetesinde yer alan söyleşisinde Metin Varol

Sonuç olarak siz çok değerli, çok kıymetli ve çok önemlisiniz. Çünkü siz dünya da teksiniz ve sizin yapacağınız her şey ama duyulsun bilinsin ama hiç kimse tarafından bilinmesin önemli bir boşluğun iyi bir şekilde doldurulması adına sunulan güvenlik hizmeti değil midir? İşte yukarıdaki bu küçücük boşluk bile, makro devrimlerin yapılması adına değil, mikro evrimlerin gerçekleşmesi adına gerçekten de çok büyük bir adımdır...

6 Ekim 2010 Çarşamba

HUSUMET ALTKÜLTÜRÜ


Taşa tutulmanın gündelik olay haline geldiği bir ortamda, ikisinden birini seçmek zorunda kalsaydınız, taşlayan mı yoksa taşlanan mı olmak daha az acıtırdı canınızı? Yazıp çizmek ve benzeri hayata tutunma yollarından birini kendine yol edinmiş de ter döküyorsan, günün birinde olanca kırılganlığınla maruz kalabileceğin hoyrat yumurtalara da hazırlıklı olmak gerekiyor.

Mızrağın ucundaki kral kafasına bakıp, "bu mızrak size pek yakışmış Kral bey" diyebilen sıradan insanın, nasıl bu kadar yabancılaşmış olduğunu sorgulamak da benim işidir. Darp edilmiş insana kol kanat gerip yarasını sarmak yerine birkaç adım arkasından yürüyüp alay edebilen, melek yüzlü ve zebani yürekli insanları anlayabilmek de...

Çünkü biliyorum ki, saldırıya uğramış incitilmiş onca yılın birikimi bir anda yok sayılarak linç edilmeye kalkışılmış birine merhamet duymak yerine, arkasına takılıp alay etmek demek, aslında yaşayan bir kadavra olmak, ama bunun farkına varamamak demektir. Ne zamandır dürtükleyip duran, her esintide "bunu yazayım" deyip ertelediğim Husumet Kültürü konusu içimde karıncalanıp duruyor. Çünkü biliyorum ki yazarken canımı acıtan tatsız hatıraları eşeleyeceğim, beden kimyam bozulacak. Sonra oturup yüreğim kanaya kanaya boşluktan yankı bekleyeceğim.

"Hayatınızı salt mesleğinize ve çalışmaya, sadece kendiniz adına değil, tanıdık tanımadık herkes adına anlamaya vakfeden, bunun için birçok şeyden vazgeçen, ağır bedeller ödemekten kaçınmayan bir insan olabilirsiniz. Ama muktedirlere kafa tutabilecek cesareti gösterdiğiniz an kara listeye alınacağınızı bilin. Ve onların korkutma sindirme yolları, çoğunluğun dile getirmeye ürktüğü acı gerçekleri kütür kütür söyleme cesaretinizi kıramadığı için cezalandırılacağınızı da bilin. En zayıf noktanızdan vurulacaksınız; yüreğinde bir parça sevgi ışığı yakabilmek için didindiğiniz insanlar üzerinize saldırtılacak. Bizzat evlâtlarınıza parçalatacaklar sizi. Ve siz alnınızda patlayan yumurtadan çok, bunu eğlence gibi algılayacak kadar sevgisizleşmiş insanları görüp kahrolacaksınız."

Hayatını başkalarının yerine de acı çekmeye, kendi içini eşeleyip gün be gün toprak silkelemeye, içinden çıkan en ufak ışıltıyı bile sesinin ulaşabildiği herkese akıtmaya soyunmuş olan birisi, yani adanmış kişi, bir kapısı yok sayılmak diğer kapısı yumurtayla infaz edilmek olan karanlık koridorda neden bir o tarafa bir diğer tarafa savrulup durur?

İnsanları putlaştıran da, onların mağrur kellelerini mızrağın ucuna geçirip sokak sokak dolaştıran da hep aynı gizli kıskançlık ve hınç duygusu değil mi? Bazı insanları abartılı alkışlar karşısında sarhoş edip "ben sahiden de mühim adamım" yanılsamasına iten, karşısındaki kara kalabalığın bugün nasıl göklere çıkarıyorsa yarın da aynı sürü ruhuyla linç edeceğini unutturan da hep o anlaşılabilir insanî zaaflarımız değil mi?

Bunu onca hayat tecrübesine karşın, yine de zamanında öğrenemeyen sevgi oburu ucuz kahramanlarının iplerinin çekileceği güne kadar sürdükleri sefanın. Ama bu zaafı da küçümsemiyorum. Kim istemez birazcık daha fazla sevilmeyi? Elinin tersiyle kim itebilir hayranlık dolu sözleri? Kim bir çırpıda hayır diyebilir? Şöhret denen o hercai afeti öyle kolayca kim reddedebilir?

Peki, var mı bu açmazdan korunmanın kestirme bir yolu? Belki vardır, belki yoktur. Varsa da ben bilemiyorum. Yalnızca şunu hissedebiliyorum bulanık sezgilerimle. Ne kadar kesin kararlar alsam, inzivalara sürüklensem, zırhlara bürünmeyi denesem de, insanlardan kendimi sakınamam.

Neticede Anthony de Saint Expurey’in tilkiyi konuşturduğu monolog dadır gerçek;”Yalnız evcilleştirebildiğin şeyleri tanıyabilirsin, dedi tilki, insanların tanımaya ayıracakları zamanları yok artık. Aldıklarını hazır alıyorlar dükkânlardan. Ama dost satan dükkânlar olmadığı için dostsuz kalıyorlar.”

21 Eylül 2010 Salı

YAŞAMIMIZI ÇALAN ROLLER


Ne kadar müdürsek, profesörsek, doktorsak, mühendissek, yazarsak, “bey”sek o kadar var olabiliyoruz. Toplumsal rollerimizle üzerini sımsıkı örttüğümüz “ben”imizi soluksuz bırakıyor, boğuyoruz. Yalnızca “Ahmet”i, “Mehmet”i yaşayamadığımız için başka hayatlar bizim hayatımızmış gibi oluyor. Bizim hayatımızmış gibi olan rollerimiz gittiğinde sudan çıkmış balığa dönüyor, kala kalıyoruz. Rollerimizin hayatımızı çalıp götürdüğünü fark ettiğimizde geç kalmış oluyoruz...

Tıp profesörü çok yakın bir aile dostumuz var. Doktorluğunu, profesörlüğünü unutabildiği zamanlarda çok keyifli zamanlar geçiririz. Edebiyattan, sanattan, yaşamdan, hanımlardan, çocuklardan konuşur, saatlerin nasıl akıp gittiğinin farkına varmayız. Ta ki, o ana kadar. Ne zaman ki benim hanım bir hastalığından konu açar, büyü bozulur. Dostum doktorluğunu ve profesörlüğünü anımsamıştır artık.

Saatlerdir Ahmet ve Hasan olarak sürdürdüğümüz sohbetin devamına olanak kalmamıştır. Benim de her zaman olduğu gibi içten içe güleceğim zamana varılmıştır. Hasan’ın önce doğasal yüzü gider, yerine “etkili ve yetkili” bir maske gelir. Her zaman olduğu gibi sağ elinin başparmağıyla kaşının üzerini kaşır gibi yaparken, “eeeee”ye benzer bir ses çıkarır. “Bak şimdi...” diye başladığında da artık bizim Hasan başka biri olmuştur, onu geri getirmek için epey zaman gerekecektir.

Bunun tam tersi de olur. Hiç tanımadığınız biriyle tanıştırılırsınız. “Arkadaşım Ahmet” diye takdim edilirsiniz. Karşınızdaki bey ya da hanımla gündelik yaşamdan konuşmaya başlar, hayatın içine dalmaya başlarsınız.

Her şey doğaldır. “Ne iş yapıyorsunuz” sorusu geldiğinde büyünün bozulma zamanına vardığını anlarsınız. Söylediğiniz mesleğe göre karşınızdakinin yüzü çeşitli biçimlere girer. Yanıtınız işçi, emekli, işsiz ise farklı, genel müdür, doktor, yönetici ise farklı bir yüzle karşı karşıya gelirsiniz. Sonraki konuşmaların artık hükmü kalmamıştır. Yaşamımızın en acıklı halidir bu.

Bedenimiz, ruhumuz, bir yerlerde mahzun, soluksuz kalırken rollerimizle avunarak tükettiğimiz hayatların çoğu kez farkında bile değilizdir. Farkında olsak da rollerimizle var olmak daha çekici gelir. Rollerimiz olmadan kendimizi tanımlayacak tümce bulmakta güçlük çekeriz. Prof. Dr. Üstün Dökmen, TRT’de yaptığı “Küçük Şeyler” programlarının birinde Çinli bir bilgeden güzel bir yaklaşım aktarmıştı. Çinli bilge şöyle diyor:

“Doğduğun zaman sadeci 1’sin. Büyüdükçe 1’in yanına sıfırlar eklersin. Diplomaların, unvanların, rozetlerin olur. Evlerin, arabaların olur. Bunların her biri sıfırdır, ama1’in sağına konuldukça senin değerin artar. Ancak bütün bu sıfırların değeri sen hayatta olduğun sürece vardır. Sen öldün, 1 gitti. Sıfırların hiçbir anlamı kalmadı....” Ne hoş değil mi?

Sıfırların üzerine kurulan hayatlar, aslında olması gerekene var oluşumuza en büyük engeli oluşturmuyor mu?

Eşyalarımızın, unvanlarımızın, rollerimizin dışında başka bir dünya olduğunu bir anımsayabilsek, “ben”imizle barışabilsek, yiyen, içen, gezen, gören yanımızla buluşabilsek, insan olduğumuzu anımsayabilsek, mutluluğun hemen yakınımızda bir yerlerde olduğunu görebilirdik. Hayatımız, hayatlarımız ne güzel olurdu...

BİR MESLEK HASTALIĞI


Akademi den mezun olduğumdan bu yana kadrocuyum, kadrocuların çektiklerini içeriden bakan bir göz olarak, farklı bir şekilde gözlemleme imkânımızın olduğunu düşünüyorum. Ama aşağıda anlatılanlar ise ömrü hayatında kadro yüzü görmeyen bir kardeşimizin değerli gözlemleri.Hani derler ya, kavgayı dışarıdan bakan daha net görür diye.

Olur ya, maçı, saha kenarındaki teknik direktör daha iyi gözlemler ve maçın gidişatını etkilemek için maçtan önce yaptığı hazırlıklarla yetinmez ve sahaya sürdüğü oyuncularını maç anında da gözlemler ve o andaki hatalarını düzeltecek talimatlar vermeye devam eder. Maçın heyecanına ve hızlı temposuna kendini kaptırmış olan oyuncular, içinde bulundukları o psikoloji ile ne yaptıklarını ve o anda nasıl hareket etmeleri gerektiğini tam kestiremedikleri durumları, aradan zaman geçip, maç bittiğinde izlerler ve bazen ne kadar basit yanlışlar yaptıklarını ancak o anda fark ederler. Keşke öyle değil de, şöyle yapsaymışım derler.

Ama olan olmuş, zaman geçmiş, maç bitmiştir. İşte bu sebeple, maç anında teknik direktör, oyuncuların farkına varamadıkları veya farkına varıp da o an için önemsemedikleri konuları, hemen o anda oyunculara hatırlatıp, hatalarını anında düzeltmeye çalışır ki, zaman geçmeden durumu kendi lehlerine çevirebilsinler.

Benzetmek yanlış olmazsa, kadrocuları da, sahadaki oyuncular gibi görmüşümdür. görevi başarıyla yerine getirmek amacıyla koşturup dururlar. Bu yolda evlerinin yolunu, çocuklarını kaçıncı sınıfa gittiğini unutanlar bile vardır. Hatta bununla övünen, emekliliği gelmiş polisleri gördüm ben.

Ama zaman öyle akıp geçtikten sonra bu polisler bir de bakıyorlar ki; hayatları sadece ve sadece meslekleri olmuş. Özel hayat, aile hayatı, eş ve çocukla yeterince ilgilenme, birlikte vakit geçirme gibi insan için gerekli olan şeylere gereken zamanı ve önemi vermemişler. Birileri de onlara bu önemi hatırlatmamıştır. Bir de emekli olunca sanki bir boşluğa düşmüş gibi olanların sayısı hiç de az değil diye düşünüyorum.

Bu durum belki onların suçu değil. Polislerin böyle insancıl ihtiyaçlarının da karşılanabilmesini düşünmek, o polislerden daha çok, onları sahaya sürenlerin temel görevi değil midir? Teşkilatımızın yine ezber cümlelerinden birisi olan (üst eleştirilmez!!) masalı gereği bazı şeyleri açıkça söyleyemiyorum belki ama durumu dikkatli bir şekilde izleyen bir göz, polisin yukarıda saydığım ihtiyaçlarının bu zamana kadar çok da giderilemediğini rahatça görebilir ve bunun suçlularının kimler olduğunu rahatça anlayabilir.

Siz bir insanı arı kovanının yanına gönderiyorken, o insanın üzerine koruyucu kıyafetler vermiyorsanız ve sıkıntı çıkınca da o adamı suçluyorsanız, ortada bir yanlışlık var demektir. Bir kalorifercinin bile, çalıştığı işten dolayı zehirlenmesin diye, yanlış bilmiyorsam günlük yarım litre süt veya yarım kilo yoğurt istihkakı var.

Polisin insan olarak ne hakkı var?

Bu konuları kadrodaki meslektaşlarımıza zaman zaman muhabbet esnasında anlatmaya çalışıyordum ama kadro virüsü kanlarında dolaştığı için, bu anlattıklarımın, yakın zamana kadar, onlar tarafında pek de kabul gördüğünü söyleyemem. Bu 'yakın zaman' dediğim, ab uyum süreci oluyor. Belki de bu sürecin bize (polise) sağladığı birçok yaradan birisi de bu oldu. Yani polisin, kendi asıl görevlerini ve yetkilerini bilmesine ve üstüne lüzum olmayan işlere sürülmesinin engellenmesine az da olsa katkısı oldu.

AB süreci bence şu zaman kadar, hiyerarşi adı altındaki meslek içi hak ihlallerine, 'fedakarlık gerektiren bir meslek masalı' altında polisin köle gibi çalıştırılmasına, üstlerin keyfi muamelelerine vb birçok alışılagelmiş polislik sıkıntılarına karşı polislerin kendi durumlarını yeniden düşünmelerine vesile oldu.

Aklını çalıştıran, okuyan ve dünyada ne gibi yeniliklerin olduğunu merak eden polislerin, uyanmalarına, kendi haklarını öğrenmelerine ve yeri geldiğinde haklarını kendi üstlerine karşı da olsa, aramalarına vesile oldu. Polisin kendini sorgulamasına, 'neler oluyor? Neden böyle oluyor? Bunun daha insanca yapılma yolu yok mu? Polisi yöneticiliğinin, polislik uygulamalarının, polislik mesleğini icra etmenin daha insancıl ve daha medeni yolları yok mu?' gibi sorular sormaya başlamasına vesile oldu.

Kısacası, aklını çalıştırabilen, beynini nezarethanenin dört duvarı arasına sıkıştırmadan geniş düşünebilen polislerin uyanmasına vesile oldu. Polis teşkilatının daha insancıl hale gelmesine bir kapı araladı ve artık o kapı iyice açılmaya başladı. Tabii bütün bunlar benim düşüncelerim, benim görebildiklerim. Elbette ki farklı düşünenler olacaktır. Bunları söylerken de; yanlış anlaşılmasın, kadroda canla başla çalışmasınlar demiyorum. Bunu kimse de söyleyemez. Bir iki yıl içinde belki ben de kadroya çıkacağım ve hatta belki de o arkadaşlarımdan daha da fazla kendimi kaptıracağım. Onu şu an bilemem. Fakat odunu keserken baltayı bilemeye de zaman ayıralım diyorum.

Hikayeyi bilirsiniz; akşama kadar odun kesen iki arkadaştan birisi, durmadan dinlenmeden akşama kadar balta sallamış. Diğeri de zaman zaman oturup dinlenmiş, yemek yiyerek güç toplamış, bu molalar esnasında baltasını bilemiş ve çalışmaya devam etmiş. Akşam olup, kestikleri ağaçları saydıklarında, dinlenen adamın, harala gürele çalışandan daha çok ağaç kestiği ve kendini daha az yıpratmış olduğu ortaya çıkar. Mesleğimiz önemli ama ailemizi ihmal edecek kadar, mide kanseri olacak kadar vb. şekilde kendimizi yıpratmamaya dikkat edelim diyorum.

Hangi meslekte insanlar, çocuklarının doğumuna, babasının ölümüne, anasının hastalığına, bayramlara vb. gidememeyi normal sayıyorlar? Bu durumları doğal saymak, insanlık duygularından bazılarının öldüğünü gösteriyor olabilir mi? tekrar söylüyorum; ben kadro yüzü görmediğim için pek bilmiyorum ama kadrocu arkadaşların anlattıkları bazı amir ve müdürler var. Arkadaşlar, bu insanların polislik adına astlarına yaptıklarını anlattıkça, inanın içime sindiremiyorum. Kendi emri altındakilere bunları yapanlar, değil amir/müdür, insan bile olamazlar diyorum.

Bu davranışların neler olduğu konusuna burada girmeyeceğim. Çünkü eminim ki bu yazıyı okuma zahmetini gösterenlerin bu konularda benden çok daha fazla tecrübeleri ve bilgileri vardır. Birçok kadrocudan duyduğum şu ortak sözleri aktarmak istiyorum: 'bizim mesleğimiz gibi, kendi teşkilat mensubunu ezen, insan yerine koymayan, insani haklarını bile gasp eden başka bir teşkilat yoktur bu memlekette de dünyada da. Ben o sıkıntıları yaşamadığım halde, arkadaşlarımın halini gördükçe inanın çıldıracak gibi oluyorum. daha çok söyleyecek şey var ama..........

Son söz olarak en vahimini de söylemek istiyorum; Bunca sıkıntıya rağmen, kadroda çalışan bizler, tüm bu olanları mecburen kanıksamışız adeta. Artık polise yapılan haksızlıklar hakkında konuşmayı bile lüzumsuz görüyoruz. Böyle çalışmayı kabul etmiş bir hali var birçoğumuzun. Hani psikolojide 'öğrenilmiş çaresizlik' diye bir şey vardır ya. İşte ona tutulmuş birçok meslektaşımız.

17 Eylül 2010 Cuma

HER MÜDÜR, MÜDÜR MÜDÜR?


Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci, mercan da nedir? Bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye feda edilmedikten sonra. Hz. Mevlâna Celaleddin-i Rumî
Evvel zaman içinde Patagonya Cumhuriyeti Dâhiliye Vekâleti Emniyet Umum Müdürlüğünde görevli bir yönetici varmış. Akıl almaz tutum ve davranışlarda bulunarak meslek mensuplarını canından bezdiriyormuş.
Emniyet Umum Müdürlüğünün Patok vilayetinde görev yapmakta olan kişisel ego’su ile her tutum ve davranışıyla hemen dikkati çeken, üst düzey yönetici sıfatı bulunması nedeniyle astlarını her vesileyle aşağılayıp küçümsüyormuş. Her konuda ve her olayda kendini yüce bilinç harmanı olarak görüyor, olumlu veya olumsuz her olayda kendine bir çıkar sağlamayı kar belleyen bir zihniyete sahip bir ruh hali içinde buluyormuş.
Astlarının hukukuna tecavüz etmeyi alışkanlık haline getirmiş ve bunu bir meziyetmiş gibi etrafa lanse ederken suç işlediğinin farkındalıgında olmadan kendi hanesine artı puan yazdırdığını zannederek personelinin hakkını gasp ediyormuş. Emin adımlarla teşkilatta efsane olmanın vereceği payeleri şimdiden hayal ederek peşin satan tüccarlar gibi kendini üst amirlerine pazarlamanın ürkütücü borsa matematiği hesaplarını yaparak ikbal hülyaları ile zaman geçirmekteymiş. Hiç bir kategoriye, ölçüye sığdırılması mümkün olmayan, eşsiz, benzersiz ortamlar yaratıyor. Farklılaştırıcı, ötekileştirici, adaletsiz, eşitsiz, bencil çıkarların ifadesi olan müdahaleler/girişimler, utanç verici aşırılıklarla teşkilatı sarsıyormuş.
Maiyetini ve astlarını koruyup kollamak, eksiklerini uygun bir üslupla anlatmak, etrafında bir sevgi çemberi oluşturarak görevin yerine getirilmesi konusunda rehber ve yol gösterici olmak yerine her yerde ve her konumdaki astlarını azarlayarak, korkutarak, tehdit ederek, alay ve istihza konusu yapıyormuş. İnsanların izzetinefis ve kişilikleriyle oynayarak bir yerlere geleceğinin verdiği sarhoşluk ve baş dönmesiyle demode olan yönetim anlayışını yeniden ikame etmenin çabasındaymış.
Yönetim deontolojisinin ve bilimsel verilerin aksine olarak astının hukukunu çiğnemeyi marifet sayarak, yasal hakların kullanılmasını dahi bir lütuf gibi görerek buralardan bile kendine bir yüce görev çıkartmasını bilerek tarihin en acımasız neronlarına taş çıkartırcasına insanları güya minnettar bırakmayı kendine asli görev çıkartma yeteneğine sahip olmayı meziyet zannediyormuş.

Ancak kendisi bilginin efendisi olunca, başkalarının da ya cahilliğin kölesi ya da bilgisizliğin efendisi olması söz konusu olursa, kendisi de otomatik olarak aranılan, sazı sohbeti dinlenilen ve başkalarının bilgi bağlamında kendisi ile rekabet edemeyeceği kişiler olması da ortaya çıkacağı hinliğini gösterebildiğini zannetmekteymiş. Bu durumun, sorunlara kısıtlı bakan, ufku göremeyen ve yalnızca önlerine yoğunlaşan kişilerin bakış açısını yansıttığını, çok iyi niyetli ve koruyucu bakış açısı gibi gözükse de, bu bakış açısının teşkilat için ne derece yararlı olacağının tartışılacağı bilincinden de uzak yaşıyormuş.

Tahammül mülkünü yıkan bu tür çarpık zihniyetli yaklaşımlara karşı Patogan halkının dinsel öğretileri gereği kutsal Şabat ayında personel inandığı dinsel değerler gereği iledir ki; görev gereği kullandığı teknolojinin en son ürünü silahları kullanmaya ramak kalmasına rağmen sabır silahını kullanmayı tercih etmekteymiş. Fakat personelin bu tutumunu farklı algıladığından bahse konu yönetici şirretliğini iyice arttırmaktaymış. Sinirlerine hakim olamayan bir çok personel de çareyi gizli gizli antidepresif ilaç kullanmakta buluyormuş.

Ancak bahse konu kişinin unuttuğu çok önemli iki husus varmış ki bunları hep göz ardı ediyormuş. Birincisi ilahi adalet önünde yüce divanda yargılanacağı zaman kimseyi kandıramayacağı ve “Deveden büyük fil var” atasözündeki genel geçer güçler dengesindeki zor oyunu bozar realitesiymiş.


Dorothy L. Nolte’nin şiirini patagonya polisine uyarlayarak okuyacak olursak mercek altına aldığımız konumuz açısından, oldukça önemlidir.

Eğer bir patagon polisi:
Sürekli eleştirilirse, herkesi kınar ve ayıplar.
Kin ortamında bulunuyorsa, devamlı kavga eder.
Alay edilip aşağılanıyorsa, yaşadığı toplumdan sıkılır ve utanır.
Utandırılarak terbiye edilmeye çalışılırsa, devamlı olarak kendini suçlar.
Eğer bir patagon polisi:
‘Tolerans’ ve farklılıkları anlamak ile yetiştirilmişse, her zaman sabırlı olur.
Desteklenip yüreklendirilirse, kendine güven duyar.
Övülür ve beğenilirse, takdir etmenin gerekliliğini bilir.
Hakkına saygı gösterilirse, adil olur.
Güven ortamı içerisindeyse, inançlı olur.
Kabul ve onay görürse, kendini ve çevresini sever, saygı duyar.
Toplum içinde dostluk ve arkadaşlık görürse, hem kendisini, hem de çevresindekileri mutlu eder…

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Polis Efendilere Mahsus Terbiye ve Malumat-ı Meslekiye


Polis Etiği Oluşturma Çabaları

“Her zaman ahlaki erdemlerle ve mesleki üstünlüklerle donanmış bulunmaya mecbur olan zabıta memurlarıyız….”

“Vazifesini üstün tutan, vatan ve milletine hürmet ve muhabbeti bulunan, namus ve kişilik haysiyetini kıymetini takdir eden bir memur böyle zamanlarda her vakitten daha çok vazifesine dikkat etmekle beraber cesaret, gayret, sebat, itaat, ciddiyet, edep ve terbiyesini meydana çıkarır.

Bu gibi insani ve mesleki erdemlerden yoksun olan şahıslar ise durumun buhran ve dehşetinden korkarak görevden kaçmak için hastalığını bahane etmek, yahut gizlenmek veya tehlikenin arttığı dakikalarda görevi bırakarak firar etmek gibi tutarsızlıkları gösterebilecekleri gibi halkın zevk ve sevinçten sarhoş olduğu zamandan daha çok zabıta memurlarının emniyeti takdir etme bahislerine…”

“Unutulmamalıdır ki bir üst için en büyük si.ah, en büyük başarı vasıtası astlarının kalplerine hükmedebilmektir. Fakat bu saadet asta karşı bağırıp çağırmak, hukukun çiğnemek ve onu hor görmekle elde edilemez. Ancak ast da herkes gibi şahsi hukuka sahip bir insan, devletin haysiyet ve şerefini taşıyan, hakkı yüceltmeye ve geliştirmeye, halkın huzur ve istirahatına sahip bir memur…”

“Astlarını insan yerine koymayan başarı ve mesai haklarını vermeyen üstleler emin olmalıdırlar ki kendi silahlarını kendi elleriyle köreltirler. Gerçi gerekli bir iş üzerine o silahlarını kullanmayı istedikleri zaman silahların kesmediği görmekle hakikati anlarlarsa da ne yazık ki bu acı denemeden yalnız kendileri değil meslek de, memleket de zarar görür.”

“Üst, astının hatasını gördüğü zaman onun nasihat, ihtar veya cezadan hangisiyle cezalandırılması hususu haysiyet ve şerefinin kırılmamasıyla beraber böylesine çirkin bir hatadan uzaklaştırmasını nasıl temin edebileceğini gereği gibi düşünüp ona göre eylemde bulunmalıdır.”

“üst maiyetinde bulunan astlarından her birinin iktidarına, istidadına, ahlakına, bedeni kabiliyetine tamimiyle hakim olmalı ve her işe sadece ehlini tayin etmelidir.”

“Bu davayı mühime yalnız bir mafevkin bir amirin değil ancak koca bir milletin halkının daha doğrusu bütün efradı milletin kıymettar bir emanetidir. Bu emaneti hüsnü muhafazaya muvaffak olanlar yani kanuni, vicdani bir hissi necip vatan perverane ile ifayı vazifeye ihtimam eden ve buna muvaffak olabilen memurini zabıta vatanın en mesut şayanı takdir olanıdır.”

“Filhakika, fırtınalar, soğuklar, tipiler, yağmurlar, tehlikeler, hatta ölümler bile namuslu polisleri vazifelerin icradan men edememelidir. Zira onlar bilmelidir ki mağazalarında yüzlerce, binlerce liralık mallarını terk edip ikametlerine gelen tacirler, evlerinin kapılarını ufak bir kilitle kapayan insanlar ancak heyeti zabıtanın ve zaifi mevdualarını büyük bir istikamet ve cansiperane bir gayretle ifa edeceklerini bilerek, onların vazifeşinaslıklarına güvenerek hanelerinde hiçbir tereddüte hiçbir endişeye düşmek sizin bir emniyeti kam ile istirahkezin olurlar.

Çünkü bütün bu servetler bütün bu hizmetler, vatanındır. Polisler ise vatan ve milletin hadımı selametidir.

Yine onlar bilmelidir ki erkekleri bulunmayan kadınlar, zevceleri ve oğulları, orduda yahut taşrada bulunan aileler, babaları gurbette yahut müdafayı vatan için meydanı harbe gitmiş olan yavrular, hükümetin devri endiş bir peder gibi kendilerini düşünüp himaye etticereğini bu sebeple her saat her dakika polis devriyelerinin kendi sokaklarından eksik olmadığına, binaenaleyh kimsenin kendilerine fenalık etmeye cesaret edemeyeceğine itimat ederek evlerinde korkusuz bir halde yaşarlar.

Karanlık gecelerin korkunç dakikalarında hastasına doktor aramak, ilaç tedarik etmek yahut ihtiyacatı mebrumesinden birini tedarik eylemek için sokaklara çıkan kadın, erkek, genç, ihtiyar bütün efrad-ı millet her yerden polis devriyelerinde tesadüf edeceklerini ümit ederek kemali cesaretle yolların devam ederler.

Yine onlar bilmelidirler ki kapalı evlerde ıssız sokakların, metruk arsaların mazlum köşelerinde karanlık sahaların ses işitilmeyen yerlerden bir taarruza veya bir kazaya uğrayan bir çareganın saif ve bi-mecal sesleri insanlardan bilhassa her zaman uyanık durması, en uzak, en derin noktalardaki muhavereleri polislerden imdat isterler.”

“Hükümetle ahali arasındaki istirahatın samimiyetini muhafaza edecek, ahalinin hükümete karşı beslediği hürmet ve itimadı tezyide veya bunları tenkis ve imhaya sebebiyet verebilecek memurini hükümetin en mühim kısmını zabıta memurları teşkil eder.”

“Hükümetin memurini muzafaası iyi bilmelidir ki cenabı haktan sonra kendilerinin asıl velinimetleri onları bulundukları memuriyetlere tayin eden zevat değildir. Belki her ay aldıkları maaşları vergi suretinde hazine-i maliyeye teslim eden zenaatkarlar emsali efradı millettir.”

“Efradı millet vergilerini vakit ü zamanında tediye etmekle hükümetten bir bir hak talep ederler. Ve bir vazife beklerler ki o da huzur ve selametlerindinin temin edilmesi ve kendileri kanunu hükümete riayetkar kaldıkça memurini hükümet tarafından hiçbir veçhile sui muameleye ve bir güna suubet ve müşkülata hüçar edilmemelidirler.

Bu sebeple mademki zabıta memurları da hükümetin memuru mevzufiyedirler. Şu halde maaşların menba-ı alisi olan efradı millete siyanen hüsn-i muamele etmeye ve onların işlerini şevk ve gayretle bitirmeye mecburdurlar. Zira hizmet hararetle ifa edilemez.”

“Ebeveynlerini, hanelerini kaybeden çocuklar hakkında son derece mülayimine ve nevazşekerane davranılmalı bunlara şeker gibi yemiş gibi şeyler verilerek yahut çay, şurup gibi meşrubat içilerek sükunetleri iade i tesirleri edilmeli ve bu esnada pederlerinin isimleri, hanelerinin nerede olduğu ve ne suretle kayıp oldukları mümkün mertebe öğrenilip, kendilerinin ebeveynleri nezdine gönderilmesi çaresi bulunmalı…”

“Bir milletin adabı diniye ve ahlakı milliyesinin muhafazası, o milletin idamei mevcudiyeti için elzem olan en mühim şeraitten biri ve belki biricisidir. Bu sebeple memurini zabıta adabı diniye ve adabı milliyemize mugayir ahvali gördükleri zaman milleti Osmaniyenin selameti haliye ve atiyesi için onları men etmelidir. Bir milletin memurini zabıtası ne derece ahlakı cemile eshabından ve namusperver zevattan mürekkep olursa o milletin ahlakı o derece tahtı temine alınmış olur. Çünkü bir milletin zabıtası o milletin ahlakını ifsat etmek kudretini her vakit için haizdir.”

“Hazine-i milletten aldığı maaşla şahsını efradı ailesinin geçindiren memurun aldığı paraya kendini müstahak kumlası ve o parayı veren millet arasında alnı açık, yüzü ak, göğsü gergin, bir halde gezebilmesi için işine hile, hurda namussuzluk karıştırmayarak bütün istikamet ve namusuyla tekmil şevk ve gayretiyle çalışması iktiza eder.”

“Binaenaleyh aldığımız paranın ün küçük bir kısmında bile dahi doğrusu refah ve sademizde yüzlerce, binlerce, fakir, gani, zayıf, kadir vatandaşlarımızın hakkı vardır. Bu hakkı ödemek bu iltifatın şükrünü eda etmek ise uhdemize tevdi olunan vazifenin ifasına en büyük bir istikamet ve gayretlenen olabilir.”

“Polis memuru efendi vazifesini ifa ederken kendisinin mafevkleri tarafından değil ancak vicdanı tarafından takip ve tarassut edileceğini düşünmeli ve vicdanının sadai tenkit ve telkini karşısında en büyük azabı çekeceğini hatırından çıkarmayarak kameli sıdk ve istikametle vazifesini ifa etmelidir.”

“Filhakika karanlık geceler, kuytu köşeler, ıssız yerler, per çok şeyleri insanların nazarından saklar. Nice gizli emeller esrarengiz ameller şayanı nefret muhaveleler bazen same-i beşere vasıl olamaz fakat, bütün görülmediği, duyulmadığı zannedilen bu gizli muameleleri rezilane muhavereleri gören bir “Allah’ın mevcudiyeti hiçbir zaman unutulmamalı ve kadiri mutlakın insanlara bahşetmiş olduğu “Vicdan’ın o muhameti kübra adaletin bu gibi ifal ve amali gayri meşruanın cezayı maneviyesini behemahal vereceğine de şüphe edilmemelidir.

Şu halde namusun kıymetini takdir eden helal ekmek yemek isteyin, vicdanın muahezesinden masun kalmak, vatandaşları arasında alnı açık dolaşmak arzusunda bulunan namuslu polis efendiler kendilerine tevdi olunan vaziyefi suistimal etmemelidirler.

Mafevkinin nazarından uzak olduğu için nöbette ve devriyede oturmak uyumak muhalifi talimat ve intizamı harekette bulunmak kendisine müracaat edenlerden mütalabatı gayri meşruada bulunmak, haklıyı haksız, haksızı haklı çıkarmak ve daha buna mümasil ahlaken ve kanunen mezmum ve memnu olan etfal ve harekette bulunmak bir zabıta memuru için diyebilirim ki hainlik hattı alçaklıktır.”

“Vazifesini suistimal ederek veyahut bila sevk ve heves vazifesini angarya suretinde ifa ederek maaş alan, kendisini millete hiçbir hizmette bulunmayarak fuzuli besleten bir hükümet memuruyla şunun bunun evini, kasasını soyan, çantasını çarpan bu vasıtayla geçinen bir hırsız arasında bence hiçbir fark yoktur.”

“Bir milletin heyeti zabıtası o milletin hissiyatı kanuniyeden başka hiçbird his, h9içbir emel taşımayan, hiçbir tesire kapılmayan hiçbir tehdide boyun eymeyen bir uzvu mühime olmalıdır ki millet emin ve müsterih bir halde yaşayabilsin.

“Esasen zabıta memurlarının vezaifi kanuniyelerinden yada şahsi olarak bir takım mesaili şahsiye ile uğraşmaları hükümetin icraatını tenkit ve muhakemeye girişmileri son derece muzur olduğundan hamiyeti milliye ve vataniye sahibi olan memurini zabıta ya yalnız vezaifi kanuniyeleriyle iştigal ediyp, hükümeti meriyeti Osmaniyemize sadakatten ve ifai hizmetten zerre kadar inhiraf etmemeleri ve bazı menfaatperest garazkeranın söyleyeceği sözlere de katiyen aldanmamalıdırlar.

“Polisin kıymeti maniviyesini ala edecek, onu memuriyetinde payidar ve erbabı namus arasında namdar eyleyecek fezaili ahlakiyeden biri de muamelatında göstereceği istikamettir.

İstikamet ebnai beşer için en resin kale, en kıyemdar bir ziyneti maniviye ve en şaaşaadar bir misali selamet saadettir.

Memurini inzibatiyenin vazifelerindeki ehemmiyetle her an temasta bulundukları eşhasın ahvali ruhiyesi biraz düşünülürken irtikap ve irtişanın aguş-i semdarını ne büyük bir riyai muhallikle kendilerin karşı açmış bulunacağı takdir olunur. İşte bu mağfil zehri olud ağuşu felakete kendilerini atacak olan memurini zabıta o dakikadan itibaren menen mahvolmuş bulunur.”

“İrtikap ve suistimalat bir şahsı beyn-elk halk zelil ve bed-nam ederek menan öldüreceği gibi memurları mürtekiplerden suistimal eşhasından terkip etmiş olan hükümetleri de encamkar mahv ü münferit eder. İstikametsizlik insanlar için bir belayı azimdir.”

“İstikameti kendilerine rehber hareket ittihaz eden memurini zabıta kani olmalıdır ki Cenabı Hak erbabı istikametin muin ve muhafazasıdır. Haliki kainatın rısazına ve kavaidi ahlakiyenin ahkamına tevfikan muamele eden bir insana şereni gayz ve nefasaniyetinden bir zararı daimi ve hakiki tertip edemez. İstese de muvakkattır çünkü, hak her şeye galiptir. Ne vatik olsa mutlaka tezahür eder.”

“Mesleğini sevmeyen polis efendiden hiçbir zaman beklenilen faide görülemez. Çünkü böyle insanlar vazifelerin bir barı maişet telakki ederek daima şevksiz, isteksiz yaparlar. Mesleklerinde hiçbir eseri tekamül ve muvaffakiyet ibraz edemezler.

Şu halde polis memurları efendilerin de kendi mesleklerini hem münafii şahsiye, hem münafii vataniye noktai nazarından sevmeleri, taktis etmeleri lazım gelir.

“Güçlü kuvvetli olmakla hiçbir vakit bir polis memuru hakiki “polis” addedilemez. Ne zaman polis memuru kendi mıntıkasının ahvaline tamamen kesbi vukuf eder ve onlara göre tedabiri mukteziye icra ederek inzibat ve asayişi temine muvaffak olursa o zaman hakikaten bir “Polis” olduğu tasdik edilir. Polisliğin ruhu budur. Diğeri tecziyatı hariciyesidir.”

Öğretmen Emniyet Müdürü, İbrahim Feridun

Not : İbrahim Feridun tarafından İstanbul ve Selanik Polis Okullarında okutulmak üzere 1910 yılında yazılan ders kitabında yer alan polis etiği ile ilgili bölümdür.

Fatih BEREN

24 Şubat 2010 Çarşamba

YARGI KARARLARINI ETKİSİZLEŞTİRMEK VE CEZAİ SORUMLULUK


YARGI KARARLARINI ETKİSİZLEŞTİRMEK VE CEZAİ SORUMLULUK

I-GİRİŞ;

1-İdari Mahkeme kararları, üç şekilde kamu görevlileri tarafından suç teşkil edecek şekilde işlevsiz bırakılmakta ve sorumluluk doğurmaktadır.

Bunlar;
a-Yargı kararının hiç yerine getirilmemesi,
b-Yargı kararının geç yerine getirilmesi,
c-Yargı kararının şeklen yerine getirilip, bir başka işlem ile etkisiz hale getirilmesi,
Şeklindedir.
Bu sayılan eylemler, TCK 257/1.maddesinde yer alan görevi kötüye kullanma suçunu teşkil ettiği, aynı zamanda hukuki açıdan da tazminat sorumluluğu doğurduğu, ayrıca disiplin yönünden de yaptırım gerektirdiği yargı kararları ile sabittir.

2-Yargı kararlarının hukuka uygun biçimde yerine getirilmemesinin de iki türü bulunmaktadır.
a-Yargı kararlarının fiilen uygulanmasının imkansızlaşmasıdır. Örneğin, atama işlemi aleyhine dava açan bir memurun, kararın verilmesinden sonra, vefat etmesi veya emekli olması halinde, bu kararın yerine getirilmesi fiilen mümkün olmayacaktır.
b-Yargı kararlarının hukuken uygulanmasının imkansızlaşmasıdır. Örneğin, hukuka aykırı biçimde emekli edilen bir kişinin açtığı davayı kazanması, ancak bu dava süreci içinde yaş haddini doldurmuş olması nedeni ile çalışmasının hukuken mümkün bulunmaması durumunda, hukuki imkansızlıktan bahsedilebilir. Veya yurtdışı sınavına girip mülakatta kaybeden birinin, dava açıp kazanması ancak bu süre içinde rütbesinin emniyet müdürlüğüne yükselmesi, mevzuatta da başkomiser rütbesinden daha üst olanların yurtdışına çıkmasının hukuken mümkün bulunmaması halinde de yine hukuki imkansızlık olduğu kabul edilmektedir.
Ancak bu iki durumda dahi, bu kez idarenin tazminat sorumluluğu doğmaktadır.

3- Adli ve askeri mahkemelerden gelen talimatların da yerine getirilmemesi, geç getirilmesi veya şeklen yerine getirilmesi ile ilgili kısaca açıklama yapmak sanırım faydalı olacaktır.
Ceza Muhakemesi Yasasının “Bilgi İsteme” başlıklı 332.maddesinde “ Suçların soruşturma ve kovuşturması sırasında Cumhuriyet savcısı, hâkim veya mahkeme tarafından yazılı olarak istenilen bilgilere on gün içinde cevap verilmesi zorunludur. Eğer bu süre içinde istenen bilgilerin verilmesi imkânsız ise, sebebi ve en geç hangi tarihte cevap verilebileceği aynı süre içinde bildirilir.
Bilgi istenen yazıda yukarıdaki fıkra hükmü ile buna aykırı hareket etmenin Türk Ceza Kanununun 257 nci Maddesine aykırılık oluşturabileceği yazılır. Bu durumda haklarında kamu davasının açılması, izin veya karar alınmasına bağlı bulunan kişiler hakkında, yasama dokunulmazlığı saklı kalmak üzere, doğrudan soruşturma yapılır.” Hükmü yer almaktadır.
Dikkat edilir ise, idare mahkemelerinin 2577 sayılı yasasının 28.maddesi ile 52.maddesi uyarınca, idare mahkemelerinin nihai kararlarının gereğini, aksi belirtilmediği sürece 30 gün içinde yerine getirmek zorundur. Bu süre maksimum süre olup, esas olan bu süre dolmadan en kısa süre içinde mahkeme kararının gereğinin yerine getirilmesidir.
CMK’nın 332.maddesinde ise, verilmiş bir nihai mahkeme kararının uygulanması değil de, yargılamanın devam ettiği bir aşamada, adli makamlarca istenilen bilgi ve belgelerin temin edilmesi ve yargılamanın daha sağlıklı yapılması amacı bulunmaktadır. Bu durum 2577 sayılı yasanın 20.maddesinde yer alan idare mahkemelerinin bilgi ve belge istemeleri ve mahkemece süre belirlemeleri ile ilgili hususa benzemektedir.
Kısacası, CMK’nın 332.maddesinde yer alan durumlar söz konusu olduğunda, 30 günlük süre değil, yasada yer alan 10 günlük maksimum süre söz konusu olacaktır. Dolayısı ile açıklamalarımızda yer alan 30 günlük sürenin 2577 sayılı yasanın 28. ve 52.maddelerinde geçen nihai idari yargı kararlarının uygulanmasına ilişkin olduğunun dikkate alınması gereklidir.

II-AÇIKLAMALAR;

Yazımızın konusu; idare mahkemelerinin (İdare Mahkemesi-Bölge İdare Mahkemesi-Danıştay) kararlarının şeklen yerine getirip, daha sonra işlevsiz hale getirilmesine ilişkin uygulamalar ve cezai karşılıklarıdır.
Yargı kararını şeklen uygular görünüp, esas olarak karara uygun işlem yapmamak hakkın ve yetkinin kötüye kullanılmasıdır. “Hiçbir hukuk düzeni yetkinin ve hakkın kötüye kullanılmasını korumaz ve hukuk kurallarının uygulama dışı bırakılmasına izin vermez, veremez.” [1]
İdare Mahkemelerinin kararlarına, üstten bakarak onları; etkisiz ve hükümsüz, dolayısı ile nafile ve boş çabalar haline getirmeye çalışan davranış moddeleri aşağıda örnekler şeklinde sıralanmıştır. Bu üstten bakan gözlerin bakışları, Anayasamızın 138.maddesi, TCK nın 257.maddesi, Borçlar Kanunun 41 ve 49.maddesi, 657 sayılı yasanın ilgili disiplin hükümleri ile, mahçup ve kaçamak bakışlara dönüşmeye gebe ve mahkumdur.

a-Mahkeme kararı doğrultusunda davacı memuru göreve iade edip, bir başka görev ve
yere atama;

İdare makamları, bazı durumlarda idare mahkeme kararını şeklen yerine getirmekte, bir süre sonra aynı hukuka aykırı işlemi tesis ederek, mahkeme kararının uygulanmasını imkânsızlaştırmakta, kararın hukuki sonuçlarını ortadan kaldırarak, hükümsüz hale getirmektedir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararında “Katılanın, atama işlemleri ile ilgili olarak Ankara 2. idare Mahkemesince verilen yürütenin durdurulması ve iptal kararlarının uygulanarak görevine başlatılma tarihinden 4 ay 8 gün, iptal kararından ise 2 ay 13 gün sonra koşullarda herhangi bir değişiklik olmamasına karşın, Lice ilçesine atanmasında yargı kararlarının şeklen uygulanarak, sonuçlarının etkisiz hale getirilmesinin amaçlandığı ve bu işlemle katılanın maddi ve manevi bakımdan zarara uğratıldığı saptandığından, 765 sayılı Yasanın 228/1. maddesinde düzenlenen görevde yetkiyi kötüye kullanarak keyfi işlemde bulunma suçu oluşmuştur. Olayda kişilerin mağduriyetine neden olma öğesi gerçekleşmiş bulunduğundan eylem 5237 sayılı Yasanın 257/1. maddesi kapsamında da suç oluşturmaktadır.” [2] şeklinde tespit ve ifadelerde bulunmuştur.

b-Mahkeme kararı doğrultusunda göreve iade edip, geçici görev ile başka bir göreve
atama;

Davacı memurun idare mahkemesi kararı ile göreve atandıktan sonra, bir başka göreve sürekli atanması ile, geçici olarak bir başka göreve atanması arasında bir fark yoktur. Nihayetinde her iki durumda da idare mahkemesi kararı etkisizleştirilmiş ve sonuçları askıya alınmış olacaktır. Bu etkisizleştirme işlemi ister sürekli atama, ister geçici görevlendirme ile yapılmış olsun, sonuç olarak farklı bir anlam taşımayacaktır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun Kararında “yargı kararına dayanılarak göreve başlatılan (memuru), yine aynı gün geçici bir görev ile başka bir ilçede görevlendirilmesinin, Anayasanın 138.maddesi ile 2577 sayılı yasanın 28.maddesi uyarınca, TCK nın 257/1.maddesinde yer alan görevi kötüye kullanma suçunu oluşturacağı, mahkeme kararının yaptırım gücünün her hangi bir saik ile kaldırılmasının mümkün olmadığı” [3] belirtilmiş ve mahkumiyete karar verilmiştir.
Bu durum yasaya ve mahkeme kararına karşı bir hile teşkil etmekte, kurnazca tesis edilen bu işlem dolayı ile hem idarenin, hem bu işleme emir verenlerin, hem de bu işleme katılanların cezai, hukuki, disiplin ve mali sorumlulukları doğmaktadır.

c-Mahkeme kararı doğrultusunda göreve iade edip, soyut farklı bir sebep oluşturarak
veya takdir yetkisine sığınarak tekrar bir atama işlemi tesis etmek.

Örneğin bir atama kararının iptal edilmesi üzerine, bazı kamu görevlileri bu mahkeme kararı şeklen uygulanmakta, davacı memur eski görevine tekrar başlatılmakta, bir süre sonra yeni ve tekrar atamayı haklı kılacak biçimde ortada hiç neden yok iken, soyut gerekçeler oluşturarak veya gerekçesiz biçimde takdir yetkisine sığınarak yeni bir işlem tesis edip, davacı memur görevden alınıp başka bir göreve atanmaktadır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararında “başka yere atanan memurun, yargı kararı ile göreve başlatılmasının hemen ardından, göreve iadesinin arkadaşları arasında tedirginlik ve huzursuzluk doğuracağı, işe yönelik isteksizliğe neden olacağı gibi gerekçeler ile bu kez başka bir ilçede görevlendirilmesinin, yargı kararını etkisizleştirilmesine yönelik, keyfi bir uygulama niteliğinde” [4] olduğu gerekçesi ile sanık K.Valisinin mahkumiyetine karar verilmiştir.
Yargıtay 4.Ceza Dairesinin kararında “Sanıkların, saptanıp kabul edilen Ankara İdare Mahkemesinin katılan hakkındaki kararını uygulayıp görevine iade ettikten sonra, 8 gün gibi çok kısa bir sürede bu görevdeki çalışmalarında uyumsuzluk gösterdiği gerekçesiyle bir başka göreve atamaları biçimindeki eylemlerinin T.C.Yasasının 228. maddesindeki suçu oluşturduğu gözetilmeden karar verilmesi, yasaya aykırıdır.” [5] belirtilmiştir.

d-Memurun eski görevi yerine başka bir göreve ve yere atanması;

İdare mahkemesine dava açan ve eski görevine dönmesine karar verilen davacı memurun, eski görevine iade edilmeden, bir başka göreve atanması ile gerçekleştirilen eylem, esasen mahkememe kararını uygulamamak anlamına gelmektedir.
Zira idare mahkemelerinin kararları geçmişe etkili olur ve işlemi tesis edildiği tarihten itibaren hükümsüz kılar. Dolayısı ile bir iptal kararı sonrasında, ilk işlemin tesis edildiği zaman diliminde mevcut olan fiili durumun gerçekleştirilmesi idare için bir zorunluluktur. Örneğin bir İl Emniyet Müdürü, görevden alınmasına ilişkin işlem hakkında dava açıp kazanmasına müteakip, görev yaptığı İl Emniyet Müdürlüğü görevine tekrar başlatılması gerekir. Bir başka il Emniyet Müdürlüğü görevine atanması suretiyle mahkeme kararı uygulanmış olamaz.
Yargıtay 4.Ceza Dairesinin kararında “Katılanın belediye müfettişliği görevinden A.P.K. uzmanlığına atanmasına ilişkin olan yönetsel kararın durdurulmasına Ankara 10. İdare Mahkemesince karar verilmiş olması karşısında, sanıkların, katılanı eski görevine atamaları gerekirken belediye iktisat müfettişliğine atamak ve mahkeme kararını yerine getirmemek biçimindeki eylemlerinde TCY’nin 228. maddesindeki suç öğelerinin oluştuğu gözetilmeden, yasal olmayan gerekçelerle beraatlerine karar verilmesi, yasaya aykırıdır.” [6] şeklinde tespit ve ifadelerde bulunmuştur.
Aynı Dairenin bir başka kararında da “Belediye başkanı olan sanığın, itfaiye eri olarak çalışan yakınanın görevine son verdiği, yakınanın başvurusu üzerine İdare Mahkemesinin yürütmeyi durdurma kararı verdiği, bu karar üzerine göreve başlatılan yakınana mezarlıktaki otları temizleme görevi veren sanığın eyleminin TCY’nin 228/1. maddelerine uygun olduğu” [7]’na hükmedilmiştir.


e-Mahkeme kararını etkisiz kılacak şekilde işlem yapılmasına ilişkin konusu suç teşkil eden emirler;

Anayasanın 137/2.maddesinde de konusu suç teşkil eden emrin hiçbir surette yerine getirilmesinin mümkün olmadığı belirtilmiş, TCK nın 24/3.maddesinde de paralel biçimde, konusu suç teşkil eden emrin hiçbir surette yerine getirilmesinin mümkün olmadığı ve sorumluluğu ortadan kaldırmayacağı ifade edilmiştir.
5442 sayılı yasanın 11.maddesi ve 2559 sayılı yasanın 2/B-2.maddesinde, kamu düzeni ve güvenliği ile ilgili emir alan polisin, bu emrin konusunun suç teşkil etmemesi ve sadece hukuka aykırı olması halinde, bu emri yerine getirmeyip amirine aykırılığı belirtmek ve ısrar emrinin yazılı olması halinde, bu hukuka aykırı ısrar emrini yerine getirme zorunluluğu ile konusu suç teşkil eden emrin hiçbir surette yerine getirilmemesine, aksi halde polisin sorumluluğunun doğacağına ilişkin düzenlemeler penceresinden bakıldığında, Anayasanın 137/2.maddesi, TCK nın 24/3.maddesi, 5442 sayıl İl İdaresi Kanunun 11.maddesi ile 2559 sayılı Kanununun 2/B-2.maddesi uyarınca, mahkeme kararını etkisiz kılacak şekilde işlem yapılmasına yönelik talimatlar, konusu suç teşkil ettiği için yerine getirilmesi mümkün olmayan emirlerdir. Yazılı olsalar bile, yerine getirilemezler.
Yargıtay 4.Ceza Dairesinin kararında “Sanık, bakanın bilgi ve buyruğu doğrultusunda hazırlanan müşterek kararname taslağını soyadının baş harfi olan (…) harfini yazarak parafe etmekle, yürütmenin durdurulmasına ilişkin idari yargı kararını etkisiz bırakma işlemin yapılmasına yol açmak suretiyle suça katılmıştır. Sanığın, hiyerarşik düzeydeki buyrukları yerine getirmekle yetindiği yolundaki savunması yerinde değildir. Çünkü suç oluşturan bir buyruğu yerine getirmek, eylemi suç olmaktan çıkaran ve onu hukuka uygun kılan bir neden olamaz.” [8]
Ancak, konusu suç teşkil eden emrin hiçbir surette uygulanmayacağı Anayasamızın 137.maddesinde ifade edilmiş, TCK nın 24.maddesinde de detaylandırılmıştır. Benzer hükümler 2559 sayılı yasanın 2.maddesinde de yer almaktadır. Burada söz konusu olan hukuka aykırı emir değil, konusu suç teşkil eden emir söz konusu olacağından, emrin yazılı vermesinin hukuki bir kıymeti olmayacaktır. Alt kademelerin sorumluluklarının da bu çerçevede değerlendirilmesi mümkündür.

f-Yargı kararlarını uygulamayan, müsteşar veya vali gibi üst düzey kamu görevlileri de birinci derece sorumlu bulunmaktadırlar.

İdari yargı kararlarının yerine getirilmesi, genellikle bir idari işlem ile hayata geçtiğinden, bu işlemin tesisinde yetki olan ve karar verme mekanizmasında bulunan Müsteşar, Vali, Vali Yardımcısı, Genel Müdür veya İl Müdürü gibi üst amirlerinin sorumlulukları ortaya çıkmaktadır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 26.9.2006 tarih ve 157/200 sayılı kararında, yukarıda yer verildiği üzere, yürütmeyi durdurma kararın uyguladıktan kısa bir süre sonra, mağduru başka bir yere atama yapan sanıklar arasına İl Valisi ve İl Müdürü alınmış ve cezalandırılmıştır. Yargıtay 4.Ceza Dairesinin 24.05.2007 tarih ve 12/25 sayılı kararında, en üst birim amirlerinin paraflarının bulunması, sorumluluk için yeterli görülmüştür.

g-Yargı kararlarını uygulamayan, alt birimlerin sorumlulukları;

Bazı durumlarda, üst makamlar mahkeme kararını alt makamlara yasal süre içinde havale etmekte, ancak bu alt birimlerce bu kararın yerine getirilmesi geciktirilmekte veya unutulabilmektedir. Bu durumlarda, havale işlemini gerçekleştiren üst makamın bir sorumluluğu kalmamakta, tüm sorumluluk alt makamlara geçmektedir.


III-SONUÇ;

1- 2577 sayılı yasanın 28.maddesine göre, idare mahkemelerinin ve Danıştay’ın kararlarının 30 gün içinde yerine getirilmesi zorunludur. 2577 sayılı yasanın 52.maddesinde de belirtildiği üzere, bu kararlara karşı temyize gidilmiş olsa bile, hiçbir surette 30 gün içinde kararın yerine getirilmesinin önüne geçilemez.
2-CMK nın 332.maddesinde yer alan 10 gün içinde adli makamların (Savcı-Hakim-Mahkeme) bilgi istemlerinin yerine getirilmemesi veya geç getirilmesi halinde, görevi kötüye kullanma suçu oluşacaktır. Bu durum ile nihai idare mahkemelerinin kararlarının en geç 30 gün içinde yerine getirilme zorunluluğunun, birbirine karıştırılmaması gerekir.
3-Yargıtay Ceza Genel Kuruluna göre, mahkeme kararı doğrultusunda davacı memuru göreve iade edip, akabinde bir başka görev ve yere atama şeklinde ki eylem, 5237 sayılı Türk Ceza Yasanın 257/1. maddesi kapsamında da görevi kötüye kullanma suçunu oluşturmaktadır.
4-Yargıtay Ceza Genel Kuruluna göre, mahkeme kararı doğrultusunda göreve iade edip, akabinde geçici görev ile başka bir göreve atama şeklinde ki eylem, 5237 sayılı Türk Ceza Yasanın 257/1. maddesi kapsamında da görevi kötüye kullanma suçunu oluşturmaktadır.
5-Yargıtay Ceza Genel Kuruluna göre, mahkeme kararı doğrultusunda göreve iade edip, soyut farklı bir sebep oluşturarak veya takdir yetkisine sığınarak tekrar bir atama işlemi tesis etmek, 5237 sayılı Türk Ceza Yasanın 257/1. maddesi kapsamında da görevi kötüye kullanma suçunu oluşturmaktadır.
6-Yargıtay 4.Ceza Dairesinin kararına göre, memurun eski görevi yerine başka bir göreve ve yere atanması, 5237 sayılı Türk Ceza Yasanın 257/1. maddesi kapsamında da görevi kötüye kullanma suçunu oluşturmaktadır.
7- Yargıtay 4.Ceza Dairesinin kararına göre, mahkeme kararını etkisiz kılacak şekilde işlem yapılmasına ilişkin konusu suç teşkil eden emirlerin, yazılı olsalar bile yerine getirilmesi, bu işlemlere paraf atılması, 5237 sayılı Türk Ceza Yasanın 257/1. maddesi kapsamında da görevi kötüye kullanma suçunu oluşturmaktadır.
8-Yargıtay Ceza Genel Kuruluna göre, yargı kararlarını uygulamayan, Müsteşar, Genel Müdür, Vali ve İl Müdürü gibi üst düzey kamu görevlileri de birinci derece sorumlu bulunmaktadırlar.
9- İdare Mahkemesi kararlarının fiili veya hukuki imkansızlık dairesinde, haklı şartlar ortaya çıktığında, yerine getirilmemesi suç teşkil etmeyebilir. Ancak hileli, dolanlı işlemler ile bu hukuki durdurmalar arasında büyük farklar bulunduğunu, yerleşik yargı kararları ile bu hileli ve dolanlı davranış modellerinin tescillenip belirlendiğini, ifade etmek gereklidir.
10- İdare Mahkemesi kararlarının yerine getirilmemiş olmasından üst makamlar sorumlu olmak ile birlikte, alt makamlarda sorumlu tutulabilir. Örneğin, kendisine havale edilen bir mahkeme kararını unutan veya zamanında gereğini yapmayan alt birim görevlileri gibi. Ancak, üst makam önce havale edip, sonra da bekle şeklinde sözlü veya yazılı talimat verir ise, bu talimatı uygulayan alt birim ile birlikte, konusu suç teşkil eden bu emri veren makamda, sorumlu olacaktır.
11- İdare Mahkemesi kararını uygulamayan, geç uygulayan veya şeklen uygulayan kamu görevlilerine karşı tazminat davası açma hakkı da bulunmaktadır.
12- İdare Mahkemesi kararını uygulamayan, geç uygulayan veya şeklen uygulayan kamu görevlileri aleyhinde disiplin soruşturulması açılması da istenilebilir.


Önder ÖZLEM



KAYNAKLAR:

[1] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 09.05.2006 tarih ve 4.MD.116/138 sayılı kararı-Yargıtay Tetkik Hakim Hasan Tahsin GÖKCAN-Görevi Kötüye Kullanma Zimmet, Banka Zimmeti, İrtikap Rüşvet Ve Kamu İdaresine Karşı İşlenen Suçlar-Seçkin Kitapevi-Ankara-2008-S.195
[2] Yargıtay Tetkik Hakim Hasan Tahsin GÖKCAN-Görevi Kötüye Kullanma Zimmet, Banka Zimmeti, İrtikap Rüşvet Ve Kamu İdaresine Karşı İşlenen Suçlar-Seçkin Kitapevi-Ankara-2008-S.194
[3] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 03.10.2006 tarih ve 2006/4-196, 2006/204 sayılı kararı- (http://www.bakale.com/ictihatlar.php?mode=&kat=1)
[4] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 26.09.2006 tarih ve 2006/4.MD-164, 2006/201 sayılı kararı- (http://www.bakale.com/ictihatlar.php?mode=&kat=1)
[5] Yargıtay 4.Ceza Dairesinin 12.04.2000 tarih ve 1770/2876 sayılı kararı-Yargıtay Tetkik Hakim Hasan Tahsin GÖKCAN-Görevi Kötüye Kullanma Zimmet, Banka Zimmeti, İrtikap Rüşvet Ve Kamu İdaresine Karşı İşlenen Suçlar-Seçkin Kitapevi-Ankara-2008-S.195
[6] Yargıtay 4.Ceza Dairesinin 14.12.1998 tarih ve 7378/10476 sayılı kararı-Yargıtay Tetkik Hakim Hasan Tahsin GÖKCAN-Görevi Kötüye Kullanma Zimmet, Banka Zimmeti, İrtikap Rüşvet Ve Kamu İdaresine Karşı İşlenen Suçlar-Seçkin Kitapevi-Ankara-2008-S.197
[7] Yargıtay 4.Ceza Dairesinin 22.09.2004 tarih ve 7229/9066 sayılı kararı-Yargıtay Tetkik Hakim Hasan Tahsin GÖKCAN-Görevi Kötüye Kullanma Zimmet, Banka Zimmeti, İrtikap Rüşvet Ve Kamu İdaresine Karşı İşlenen Suçlar-Seçkin Kitapevi-Ankara-2008-S.195
[8] Yargıtay 4.Ceza Dairesinin 08.06.2006 tarih ve 25/15 sayılı kararı-Yargıtay Tetkik Hakim Hasan Tahsin GÖKCAN-Görevi Kötüye Kullanma Zimmet, Banka Zimmeti, İrtikap Rüşvet Ve Kamu İdaresine Karşı İşlenen Suçlar-Seçkin Kitapevi-Ankara-2008-S.143

23 Şubat 2010 Salı

KAOS OPERASYONLARI


Etimolojik kökenleri irdelendiğinde görülecektir ki batı dillerindeki "assassin" (katil), "assassination" (suikast) sözcükleri de işte bu Haşhaşilerden kaldı. Bu örgütün kurucusu ve büyük üstadı Hasan Sabbah'tı: Hem halifeliğe, hem de o sıralar İran'ın yanı sıra tüm İslam dünyasının hâkimi ve Sünni İslam'ın koruyucusu Selçuklu Türklerine karşı savaş açan bir Şii önderi... Onun düşmanları üzerinde dehşet yaratmak üzere tercih ettiği silah suikasttı. Ama suikastı o icat etmemişti. Dünyanın tanıdığı, bildiği bir şeydi. Eski Mısır'dan Roma'ya, Çin'den Bizans'a pek çok örneği vardı. Taht kavgalarının, iktidar çekişmelerinin olduğu her yerde, suikasta da yer vardı.

Ne var ki, Hasan'ın kullandığı suikast tarzı, hazırlık, hedef, yöntem ve yarattığı etki bakımından farklıydı. Tarihte belki de ilk kez, bir merkezden yönlendirilen bir örgüt, terörü bir dehşet makinesi olarak kullanıyordu. Etkinliği, hiyerarşisi ve disiplin anlayışı bakımından, bir tarikattan çok dinsel/siyasal bir örgüttü bu. Müritler de derviş ya da derviş adayları değil, profesyonel suikastçı idi ve onlara fedailer (dai: davetçi, misyoner) deniliyordu. Eğitim düzeylerine, güvenirliklerine ve cesaretlerine göre çıraktan "üstadı azama" kadar derecelere ayrılmışlardı. Her biri, büyük üstat Hasan Sabbah'ın bizzat belirlediği tekniklerle yoğun bir ruhsal ve bedensel eğitimden geçiyordu. Gerçekleştirilecek cinayet, hem düşmanları, hem de halk üzerinde dehşet, korku ve hatta hayranlık uyandıracak nitelikte olmalıydı. Darbe öldürülecek kişiyle birlikte, onun temsil ettiği değerlere ve halkın duygularına yönelmeliydi.

O yüzden, hedef belirlenirken, intikam duygusundan daha çok, mitsel tarafı ele alınıyordu. Ama bu amaç sadece hedefin niteliğiyle sağlanamazdı, buna uygun yöntem de geliştirilmeliydi. Buna göre, fedailer tek tek ya da ikili üçlü gruplar halinde görevlendiriliyor; tüccar, derviş, dilenci kılığına giren bu kişiler cinayetin işleneceği kente gönderiliyordu. Eylem gününe kadar, kentte herhangi bir olaya karışmamaya ve kuşku çekmemeye büyük özen gösteren fedailer, kurbanlarını izliyor, yaşadıkları yerleri, alışkanlıklarını belliyor ve büyük bir sabırla eylem anını bekliyorlardı. Tüm bu hazırlıklar inanılmaz bir gizlilik içinde yürütülüyordu. Ancak, icraatın, hazırlıktaki gizliliğin tersine açıkta, halkın gözü önünde gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Cinayet yeri genellikle kentin en büyük camisi, tercih edilen gün de cumaydı. Sanki suikast yapmıyor, cuma namazı için toplanan kalabalığa asla unutamayacakları bir gösteri sunuyorlardı.

Hedefteki kişi ne denli korunursa korunsun, bir yolunu bulup üzerine çullanıyor ve bıçak darbeleriyle öldürüyorlardı. Bazıları bıçağı bırakıp kalabalığa söylev çekiyor, bazıları da, soğukkanlılıkla muhafızların gelip kendisini parçalamasını bekliyordu. Neden? Çünkü Hasan Sabbah, nasıl keşfetti bilinmez, etkili bir eylemin sadece can almak, bir hasımdan kurtulmak değil, korku ve dehşet yaratmak olduğunu biliyordu. O yüzden de onun fedaileri sadece cinayet işlemiyor, aynı zamanda kendilerini de feda ediyorlardı.

Bu kez derviş kılığındaydı fedailer. Musul Ulucamii'nde kimsenin kuşkusunu uyandırmadan, bir köşede cuma namazını kılıyorlardı. Musul ve Halep'in Türk Emiri El Porsuki de namaz kılanlar arasındaydı. Etrafı tepeden tırnağa silahlı adamlarla çevriliydi. Ne bir kılıcın, ne de bıçağın delebileceği örme bir zırh giyiyordu. Ama bunlar işe yaramadı. Derviş kılığındaki fedailer, zehirli bir bıçak ile emirin boğazını kestiler. İsteseler camideki panikten yararlanıp kaçabilirlerdi ama buna yeltenmediler bile. Sanki namazdan kalkmış gibi sakin, mutlu ve sevinç içinde ölümü karşıladılar. Emirin muhafızları onları oracıkta parçaladı.

Haşhaşilerin dehşet uyandıran bu cinayeti ne ilk, ne de sondu. Örgütün İslam dünyasını altüst eden ilk eylemi 1092'de gerçekleşmişti. Hedef, adıyla bile Selçuklu İmparatorluğu'nu simgeleyen 75 yaşındaki vezirdi: Nizamülmülk, yani "devletin düzeni". Yıllardır fedailerin hedef aldığı hiç kimse, onların elinden kurtulmayı başaramamıştı. Sultanlar, halifeler, vezirler, emirler, komutanlar bıçak darbeleri altında can vermişti. Fedailerin en zor cinayetleri işlemekle kalmayıp, soğukkanlılıkla ölümü beklemeleri, o çağ insanlarının kanını donduruyor, cinayetin yarattığı dehşet duygusunu katbekat artırıyordu. Ancak "haşhaş" içenler bunu yapabilir diye düşünülüyordu. Onlara Haşhaşi denmesinin nedeni buydu. Yapılan bir tür intihar eylemiydi çünkü. Bu eylemlerden dolayı da "bütün zamanların en korkunç tarikatı" olarak bilindi.

Amerikalı yönetmen Coppola'nın ünlü filmi "Baba"da bir feda sahnesi vardı. Kumarhane işletmek üzere Küba'ya giden Amerikalı mafya önderi, bir militanın kendisini polislerle birlikte havaya uçurmasına tanık oluyor ve derhal "yatırım" yapmaktan vazgeçiyordu. Ona göre, eğer insanlar davaları uğruna kendilerini parçalayabiliyorsa, orada tutunma şansı yok demekti.

Hasan Sabbah'tan bu yana bin yıl geçmişti ve insanlar inançları ya da politik mücadeleleri uğruna kendilerini feda etmeye devam ediyorlardı. Bütün halkların tarihi, kendisini ülkesi, vatanı, inançları uğruna feda eden ve pek çoğu kahramanlar listesinde yer alan insanlarla doludur. Bu yönüyle feda, dehşet verici bir eylem değil, onur duyulan bir davranış olarak algılanıyordu. Düşmana yakalanmaktansa intihar edenler, teslim olmaktansa ölmeyi göze alanlar; örneğin 2. Dünya Savaşı'nın Japon kamikazeleri övgü ve hayranlıkla anılıyordu.

Ancak modern zamanların terör örgütleri, aynen Hasan Sabbah'ın yaptığı gibi, "kendini feda etme"nin ardında yatan dehşet damarını keşfetmekte gecikmedi ve militanlarına "feda savaşçılarını" örnek göstermeye başladı. Bu çılgınlığın bir kez denenmesi yeterliydi ve hangi ülkede yapılırsa yapılsın tüm dünyaya yayılması kaçınılmazdı.

Nitekim öyle oldu; silahlı baskınlara, uçak kaçırmalara, suikastlara, barikat savaşlarına, bombalamalara tanık olan 20. yüzyıl insanlığı, her intihar saldırısında daha çok sarsıldı. Tüm dünyada 270 intihar saldırısında (bunun 18'i Türkiye'de gerçekleşti) binlerce kişi can verdi. Sonunda, yolcu olarak dört uçağa binen cinnetin kollarındaki "19 sessiz adam" tahayyül bile edilemeyeni gerçekleştirdi. Kendileri ve masum yolcularıyla uçakları birer füzeye dönüştürüp "hedef"lere dalış yaptılar. Dehşetin sınırı yoktu artık.

TERÖRLE MÜCADELEDE DEMOKRATİK YAKLAŞIMLAR


TERÖRLE MÜCADELEDE DEMOKRATİK YAKLAŞIMLAR

Günümüzde terör ve örgütlü suçlarla mücadele etmek amacıyla devlete bazı yetkilerin verildiği görülmektedir. Bunlar uzun süreli aktif veya pasif bir şekilde gözleme, izleme, genişletilmiş arama yetkileri, genişletilmiş yakalama yetkisi ve özellikle bilgisayarların suç araştırmasında kullanılması örgüt içine sokulan gizli ajan ve muhbirlerden yararlanılması gibi gizli metotlardır. Bu gibi yetkilerin yasayla düzenlenmesi ve sınırlarının kesin bir şekilde belirlenmesi gerekir. Kişilerin ulusal bilgisayara kaydedilmeleri 1974’ten beri İtalya’da yapıla gelmektedir. Kapalı devre televizyonlar ile kişiler izlenmekte , terör ve örgütlü suçlarla ilgili bilgiler arşivlenmekte dir.
Bir çok demokratik ülkede özel hayatın sınırlarının belirlenmesi ve ihlallerin, suiistimallerin en aza indirilmesi kanunlarla düzenlenmiş bulunmaktadır. Federal Almanya’da 23 Eylül 1992 tarihinde yürürlüğe girmiş bulunan “Uyuşturucu Madde ve Diğer Organize Suçlarla Mücadele Kanunu” ile kabul edilmiş bulunan ve Alman Ceza Hukukuna kazandırılan müeyyideler açıklanmıştır.
Alman Ceza Kanunu’na (StGB) yeni eklenen 43a iki seneyi aşan hürriyeti bağlayıcı cezalarda ‘mal varlığı cezası’ öngörülmektedir. Cezanın ağırlığı failin mal varlığı ile tayin edilmektedir. Almanya da terör ve örgütlü suçların araştırılması değişik metotlar kullanılmaktadır. Örgütlü suçlarda tanık bulmak zor olduğu için Alman Ceza Usul Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle tanığın kişiliği ve kimliği ile ilgili bilgi vermeme olanağı temin edilmiştir.(68 StPO)
Suç failinin taşıdığı belirli kriminolojen özelliklere zehap derecesinde şüphelenilen bireysel deliller bilgisayar aracılığıyla diğer bütün delillerle karşılaştırılarak, şüpheli olmayan kişilerden ayıklanır ve bunların haklarında araştırma yapılarak şüpheli ortaya çıkarılır , buna Trol Ağı Metodu denilmektedir.(98a StPO) Metod şöyle bir örnekle açıklanabilir: Yasa dışı bir örgütçe terör eylemlerinden sonra örgüt evi sandığı bir evde polis bir gazete bulmuştur. Bu gazetenin ilan sayfasında altı çili bir ilandan kiralık üç odalı bir evin arandığı saptanmıştır, gazetenin yayınlandığı süre ile terör eyleminin gerçekleştiği süre içerisinde eylemin gerçekleştiği kent’de kiralanmış bütün üç odalı evler araştırılmış, üç odalı ev kiralayanlarla ilgili bütün bilgiler resmi kayıtlara geçirilmiş ve o beldede oturan kişiler ile karşılaştırılmış sonuçta başka araştırma teknikleri de kullanılarak şüpheli yakalanmıştır.
Alman Hukuku Trol Ağı Metodunun kullanılabilmesi için suçun önemli bir suç olması ön koşul olarak getirmiştir, bu araştırmanın uygulanabilmesi için hakım kararı şarttır. Bu suçlar;Devlet güvenliğini istilzam eden suçlar ,silah ve uyuşturucu kaçakçılığı, ammenin selameti aleyhine suçlar v.b. gibi belirtilmektedir.
Gizli Gözetlemeye Alma (163e StPO) metodunda ise şüphelini kimliğine ilişkin bilgiler bir denetleme sistemine kaydedilir. bu bilgi oto plakası şeklinde kaydedilir. Gözetlemeye tabi tutulan şahıs veya obje belli yerlere kurulmuş bulunan kontrol noktalarından geçtiğinde bu geçiş onun bilgisi dışında olmak üzere kayda alınır. Bu şekilde elde edilen bilgiler bir araya getirildiğinde şüphelinin ve otonun genellikle nerelerde bulunduğu,nerelere gittiği ve kimlerle temas ettiği ortaya çıkartılır. Buna “Hareket Resmi”(Bewegungsbild) adı verilmektedir.
Şüphe kuvvetlendiği zaman ilk defa gizil gözetlemeye alınan kimse ile temas etmiş bulunan herkes şüpheli duruma düşer. Bu tedbirin uygulanabilmesi için önemli bir suç türü olması gerekmemektedir,hakim kararı gerektirmektedir.

Teknik Araçların Kullanılması (100c StPO ) bir başka metod olarak öngörülmektedir. Şüphelinin telefonunun dinlenmesinin ötesinde diğer akustik ve optik bir şekilde uzaktan izlenmesini içerir. Kişinin şüpheli olmayan üçüncü şahıslarla yaptığı konuşmalar hassa teknik aletlerle dinlenir ve resmi çekilir.
Yukarıda açıklanan teknik araçlar ‘İkamet edilen ev içinde ve aleni olarak söylenmeyen’ sözleri kapsamaz. Kanun tasarısında evin resminin çekilmesi ve dinlenmesi tedbiri öngörülmesi tartışılmış isede yapılan tartışmalar sonunda bu yöntem kabul edilmemiştir. İtalya’da ise evin içinin dinlenmesi kabul edilmiştir.
Gizil Ajan Kullanma (110a StPO ) metodu ise bazı polis memurlarına değiştirilmiş kimlik verilerek çeşitli araştırmalar yapmalarına olanak sağlanmıştır. Gizli ajan görevlendirilebilmesi için suçun kanunda gösterilen ağır suçlardan biri olması gerekmektedir. Gizil ajanın örgüt içerisinde göze batmamak için örgütle birlikte suç işlemesi halinde , bunun hukuka aykırı olup olmadığı konusunda önemli tartışmalar yapılmaktadır.
Mağdurun razı olduğu fuhuş ve kumar gibi normal araştırma metotlarının sonuç vermediği suçlarda , zaten işlenmekte olan bir suç türünün tekrarlatılması için faile cesaret verilmesi (encourage) olağan polis metotlarıdır. ancak ilgili kişi,polisin söz konusu davranışı yapılmasaydı, suçu işlemeyeceğini ortaya koyarsa (dumonatete).(entrapment) vardır ,mahkum edilemez.
Gizli ajan bir kişiyi suç işlemeye karar verme noktasında iradesini hukuka aykırı bir şekilde etkileyemez. Mahkumiyete esas teşkil edecek olan eylemler sanık tarafından bizzat işlenmiş olmalı, polis veya gizli ajan tarafından veya sanığa resmi makamlar tarafından bazı fiillerin yapılması için emir verilmiş olmamalıdır.
Ayrıca sanığa sorgu hakkı tanınmalıdır. Sorgu hakkının verilmemesi Yargıtay’ca bozma sebebi sayılmaktadır. (HBB. TCK 1245, 9 CD. E13.04.1992/2189 K .92/2412). Terörle Mücadele Kanununun geçici ikinci maddesinde “duruşmaya gelmeyen sanıkların savcı ve hakim huzurunda alınmış beyanları ile yetinilir.” hükmü yer almaktadır, fakat bu durum sanığın sorgu hakkını kısıtlıyordu.(1 CD. 05.11.1991 E.91/2375, K..91/2610, HBB TCK 1303) Bununla birlikte Anayasa Mahkemesi bu hükmü iptal etmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8.Maddesi ile “muhaberat” korunmuştur. Kitle haberleşmesi 10.madde ile korunduğu için ,bu konu 8.madde dışındadır. Sözleşme burada da kamu görevlileri tarafından yapılan ihlalleri düzenlemektedir.
Telefon dinleme konusu bugün Türk Kanunlarında düzenlenmiş değildir. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunun 91.maddesi “sanığa gönderilen mektup ve sair mersulenin” zaptına izin vermekte ise de, telefon dinlemeğe müsaade etmemektedir. Uygulamada bu madde kıyas yolu ile uygulanmakta ise de, kişi haklarını kısıtlayan alanda kıyas yapılamaz .yasal düzenlemeye telafisi sağlanmalıdır.
Amerikan Yüksek Mahkemesinin telefon dinleme ile ilgili açılan ilk dava olan Olmstead v.US(1928) davasında , polis sanığın telefonunu dinlemişti. Yüksek Mahkeme o zaman bu dinlemenin ,dinlemeyi yapan memur evin dışında olduğu için arama sayılamayacağına karar vermişti. Daha sonra 1934 yılında yürürlüğe giren Federal Muhabere Kanununun 605.maddesinde, yetkisiz bir şahsın telefonları dinleyemeyeceği hükmü yer aldı. Bunun üzerine ,polisin telefonla elde ettiği bilgiler duruşmalarda delil olarak kullanmaktan yasaklandı.
Belli bir numaranın hangi numaralarla konuştuğunun tespiti arama değildir. Bunun yapılabilmesi için hakimden karar almağa gerek yoktur. Hukuka uygun olarak yapılan dinlemelerden elde edilen bilgiler, delil olarak kullanılabilir.
Hukukumuzda mevcut bulunmayan bir koruma tedbiri olarak Telefon Dinlemenin hangi usul ve şartlar çerçevesinde yapılacağı Alman hukukunda ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Ceza Muhakemesi başladıktan sonra adli görevle yapılan telefon dinlemeler Ceza Muhakemesi Kanunu ile düzenlenmesi gerekmektedir. Önleme amaçlı dinlemelerde hakim kararı aranmamaktadır. Mesela Türk Başkonsolosluğunun telefonlarını dinleyen Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı,önleme amaçlı dinlediği telefondan,Türk hükümlülerle çalışan bir Alman görevlinin, hükümlülere ait bilgileri Konsolosluğa naklettiği tespit edilmiş ve ilgili hakkında casusluk suçlamasıyla dava açılmıştır.(StGB 99/1). Federal Yargıtay burada telefon dinlemeden elde edilen delilin burada kullanılabileceğine karar vermiştir.
Üzerinde verici taşıyan bir ajan ,evvelce tanıdığı bir kişi olan sanığın evine girmiş ve onunla yapmış olduğu konuşma dışarıdan kaydedilmiş. Bu konuşmada sanık kendini mahkum ettirecek sözler söylemiş fakat mahkeme ajanın şahsın özel mülküne girdiği için delilin geçersiz olduğuna karar vermiştir.
Başka bir olayda cebinde mini teyp olan ajan sanıkla çeşitli konuşmalar yapmış, sanık bu konuşmada rüşvet istemiş ve bunlar banda kaydedilmiştir. Olayda bant kaydı mahkemede “tanığın hafızasını güçlendirmek için dinlenmiş” fakat delil olarak kabul görmeyerek mahkûmiyet kaydı ajanın tanıklığından kaynaklanan delile dayandırılmıştır.
Bu konu ferdi hak ve hürriyetlerinin korunması bakımından önemlidir. Uygulamanın çeşitli eleştirileri davet ettiği görülmektedir. Düzenlememe hali bir eksikliktir. Bu nedenle Karun’un bu konuyu düzenlemesi gereklidir. Böylece hem eleştiriler karşılanmış hem de ferdi hak ve hürriyetler güvence altına alınmış olacaktır. İleride yapılabilecek bir düzenlemede;
a:Bir olayın faili , şer iği, suça teşebbüs edeni veya bir suçu işleyip diğer suça hazırlanmakta olan sanıklar hakkında somut olaylara dayanarak bir şüphe hasıl olursa.
b:Sanık veya sanıkla ilgili olan kişilerin haberleşmelerinin dinlenmesi.
c:Vatana ihanet,Demokratik hukuk devletini tehlikeye düşürme,adam öldürme,Terör ve örgütlü suçlar v.b. gibi belli suçlar bakımından kabul edilmelidir.
d:Haberleşmenin denetlenmesi kararının yazılı şekilde verilmesi gerekir. Söz konusu kararda hakkında tedbir uygulanacak kişinin adı ve adresi,uygulanacak tedbirin cinsi,kapsamı ve süresi yer almalıdır.
Yukarıda ki açıklamalardan ‘da anlaşılacağı üzere Türk Hukukunda önemli değişiklikler yapılmalıdır. Terörle Mücadele Kanunu usul hükümlerini içermemektedir. Sadece terör tipi örgütlü suçluluğu göz önünde tuttuğu içinde eks****. Bu nedenle bütün örgütlü suçluluk tiplerini göz önüne alan, örgütlü suçlar sonucu elde edilen kara paranın aklanmasını ve takip edilmesini de içine alan kapsamlı bir düzenleme yapılmalıdır.

Yasal düzenlemelerin maddi ceza hukukunu ilgilendiren yönlerinin Türk Ceza Kanununca, polisin araştırma yöntemlerini ilgilendiren kısmının ise Ceza Muhakemesi Usulü Kanununca yapılması yerinde olacaktır. Yapılacak yeni bir düzenlemede Terörle Mücadele Kanunu yürürlükten kaldırılarak “Örgütlü Suçlarla İlgili Mücadele Kanunu” adı altında yeni bir hukuk normu oluşturulmasının yaralı olacağı ve terörle mücadelenin demokratik bir platformda ,bireyin hak ve özgürlüklerinin ihlalini en aza indirgeyen bir yaklaşım tarzı sergilenmelidir.



İsa GÜNEŞ

2 JESCHECK , Hans&. H , Heinrick ., Alman Ceza Hukukuna Giriş (StPO ) .,1989 Berlin
3 KAVGACI , H. İbrahim ., Poliste Demokratik Yaklaşımlar., 1989 Ankara
4 DÖNMEZER , Sulhi ., Sosyal Damgalama Projesi ., İstanbul Hukuk Fak.yay.p.,125
5 GÖLCÜKLÜ ,Feyyaz., Ceza Hukuku Dersleri ., Ankara 1989
6 AKINCI , Füsun. Sokullu ., Polis Alt Kültürü ve İnsan Hakları., İstanbul 1986
7 KARABENLİ ,Metin ., Krımınalistik ve Krıminal Polis .,1989 İstanbul

TEŞKİLATTA BEYİN GÖCÜ


“Devletin çocukları” yol ayrımında

Ağır çalışma şartlarına rağmen ekonomik sıkıntıları ve yönetimden kaynaklanan problemleri çözülemeyen polisler birer birer teşkilattan ayrılıyor. Özellikle yurtdışı tecrübesi olan, yabancı dil bilen polis müdürleri yüksek maaşlarla özel sektöre transfer oluyor. Özel güvenlik yasa tasarısının çıkmasıyla tetiklenen ayrılmalar, güvenlik zaafı oluşturacak boyutlara ulaştı.

Halen 784 birinci sınıf ve 682 ikinci sınıf emniyet müdürünün bulunduğu teşkilattan sadece 2004’te 89 müdür ayrıldı. Son 4 yılda, emekliliğini talep ederek ya da istifa yoluyla ayrılan emniyet müdürlerinin sayısı ise 479. Bir başka ifadeyle Polis Akademi’sinden 1985 döneminde mezun olan 160 kişiden 85’i bugün teşkilatta değil.

Polisin hayat ve çalışma şartları kolay değil. Haftada en az 6 gün çalışacak, 12 saat mesai yapacaksınız. Üstelik mesailer olağanüstü olaylar sırasında 16 saate kadar çıkıyor. Çalışma şartları zor. Bir de hayati tehlike var. Ayrıca, tayinlerle Türkiye’nin dört bir tarafını dolaşmak var. Bütün bunun yanında maddi bakımdan ortada özenilecek bir tablo yok. Devletin bir düzenleme yapması lazım. Aksi takdirde polis kadroları çok kısa sürede boşalır. Kanun çıkarsanız dahi emeklilik yaşına kadar tutabilirsiniz.

Eskiden hava kuvvetlerinde yaşananlar şimdi emniyette yaşanıyor. Devletin verdiği imkânla özel sektörün verdiği arasındaki fark azaltılmalı. Aksi takdirde sıkıntı artacak. Emniyette terfiler çok hızlandı. Yukarıda bir şişkinlik oldu. Piramit bozuldu, bir anlamda tersine döndü. Alttan gelenler için yol tıkandı. Poliste yetişmek zaman ister. Bu mesleği yapanlardan hep fedakârlık beklemek doğru olmaz. Bir yere kadar fedakârlık ama bazı şeylerin de sağlanması lazım.

“Devletin çocukları” yol ayrımında

Aşağıdaki ifadeler, mesleğinin zirvesindeyken teşkilattan ayrılan ve özel bir şirkette yöneticilik yapan eski bir emniyet müdürüne ait.
“Biz annemizin babamızın değil, devletin çocuğuyduk. 16 yaşında koleje girdik. Ne doğduğumuz topraklara ne de tayin olduğumuz şehirlere ait hissettik kendimizi. Gün oldu 24 saat çalıştık. Ama gösterdiğimiz fedakârlığın karşılığını göremedik. Devlet elleriyle büyüttüğü, büyük yatırımlar yaptığı evlatlarını göz göre göre harcadı, harcamaya devam ediyor.”

Ayrılmalarının sebebini üç ana başlıkta toplanılabilir: “Birincisi polis sayısı yeterli değil. 5 polisin yapması gereken işi bir polis yapıyor. İkincisi yapısal bozukluk ve üstteki yığılma. 8-10 yıldır üst kademelerde bir yığılma var ve alt kadrodakiler ‘benim il emniyet müdürü olma imkanım yok’ deyip ayrılıyor. Yığılma çok olduğu için işin içine siyaset dâhil her şey giriyor. İyi yetişmiş yeni neslin umutları kırılıyor. Üçüncüsü de teşkilattaki gizli işsizlikte kronik bir sorun olarak sırıtıyor.

Teşkilatın ekonomik sorunlarından daha fazla yönetim sorunu olduğu da yadsınamaz bir gerçek şüphesiz. Ayrılma sebepleri arasında ‘sık tayinler’ önemli yer tutuyor. Ayrıca “Üretemediği için ayrılanlar da var”.Teşkilatta yaşanan en büyük sorunlardan biri Organizasyon yapısında ciddi bozukluklar olması. İşini çok iyi bilen, teknik bilgisi yüksek, dil bilen personel ilgisiz şubelere ya da şehirlere atanıyor. “Tecrübe, bilgi ve birikimimi teşkilata destek olmak için kullanmak isteyen ama yeni arkadaşlarda psikolojik bir yılgınlık içinde bulunan, hiç birinin emniyet müdürü olmak gibi bir umudu kalmadığı için dışarıdan iş bakmakta olan hala onlarca müdürümüz mevcut.

Özel güvenlik yasa tasarısının yürürlüğe girmesinin ayrılmaları tetiklediğini, fakat tek başına ana sebep olmadığı görülmektedir. Emniyet teşkilatından ayrılmalarda şüphesiz özel güvenlik yasasının çıkması ve çok sayıda güvenlik şirketinin kurulması etkili oldu. Fakat değişen güvenlik kavramı, özellikle 11 Eylül sonrası oluşan ortam farklı bir açılımı beraberinde getirdi. İstihbarat almak çok daha önemli oldu ve bunun için birçok büyük şirket, güvenliğini polise emanet etmeye başladı.

Sonuç olarak; tüm hayatını adadığı teşkilattan ayrılırken hiç kimsenin ‘dur nereye gidiyorsun?’ demediği bir ortamda sevgisizlik ve ilgisizlik polisleri teşkilata karşı soğutuyor.” “Devletin emniyet mensuplarına polis olarak kalabilecek asgari şartları sağlaması gerekiyor.” Teşkilatta bariz bir işletme körlüğü var. Emniyet teşkilatı yapısal sorunlarını çözmezse ve palyatif çözümler üretemezse yakın zamanda daha fazla personelini özel sektöre kaptıracak. Şimdi çok yetenekli ve donanımlı arkadaşlar mezun oluyor. Onlara bakınca gıpta ediyorum ama gelecekleri hususunda ciddi endişelerim var.

Bir Meslek Hastalığı


Akademi den mezun olduğumdan bu yana kadrocuyum, kadrocuların çektiklerini içeriden bakan bir göz olarak, farklı bir şekilde gözlemleme imkânımızın olduğunu düşünüyorum. Ama aşağıda anlatılanlar ise ömrü hayatında kadro yüzü görmeyen bir kardeşimizin değerli gözlemleri.Hani derler ya, kavgayı dışarıdan bakan daha net görür diye.

Olur ya, maçı, saha kenarındaki teknik direktör daha iyi gözlemler ve maçın gidişatını etkilemek için maçtan önce yaptığı hazırlıklarla yetinmez ve sahaya sürdüğü oyuncularını maç anında da gözlemler ve o andaki hatalarını düzeltecek talimatlar vermeye devam eder. Maçın heyecanına ve hızlı temposuna kendini kaptırmış olan oyuncular, içinde bulundukları o psikoloji ile ne yaptıklarını ve o anda nasıl hareket etmeleri gerektiğini tam kestiremedikleri durumları, aradan zaman geçip, maç bittiğinde izlerler ve bazen ne kadar basit yanlışlar yaptıklarını ancak o anda fark ederler. Keşke öyle değil de, şöyle yapsaymışım derler.

Ama olan olmuş, zaman geçmiş, maç bitmiştir. İşte bu sebeple, maç anında teknik direktör, oyuncuların farkına varamadıkları veya farkına varıp da o an için önemsemedikleri konuları, hemen o anda oyunculara hatırlatıp, hatalarını anında düzeltmeye çalışır ki, zaman geçmeden durumu kendi lehlerine çevirebilsinler.

Benzetmek yanlış olmazsa, kadrocuları da, sahadaki oyuncular gibi görmüşümdür. görevi başarıyla yerine getirmek amacıyla koşturup dururlar. Bu yolda evlerinin yolunu, çocuklarını kaçıncı sınıfa gittiğini unutanlar bile vardır. Hatta bununla övünen, emekliliği gelmiş polisleri gördüm ben.

Ama zaman öyle akıp geçtikten sonra bu polisler bir de bakıyorlar ki; hayatları sadece ve sadece meslekleri olmuş. Özel hayat, aile hayatı, eş ve çocukla yeterince ilgilenme, birlikte vakit geçirme gibi insan için gerekli olan şeylere gereken zamanı ve önemi vermemişler. Birileri de onlara bu önemi hatırlatmamıştır. Bir de emekli olunca sanki bir boşluğa düşmüş gibi olanların sayısı hiç de az değil diye düşünüyorum.

Bu durum belki onların suçu değil. Polislerin böyle insancıl ihtiyaçlarının da karşılanabilmesini düşünmek, o polislerden daha çok, onları sahaya sürenlerin temel görevi değil midir? Teşkilatımızın yine ezber cümlelerinden birisi olan (üst eleştirilmez!!) masalı gereği bazı şeyleri açıkça söyleyemiyorum belki ama durumu dikkatli bir şekilde izleyen bir göz, polisin yukarıda saydığım ihtiyaçlarının bu zamana kadar çok da giderilemediğini rahatça görebilir ve bunun suçlularının kimler olduğunu rahatça anlayabilir.

Siz bir insanı arı kovanının yanına gönderiyorken, o insanın üzerine koruyucu kıyafetler vermiyorsanız ve sıkıntı çıkınca da o adamı suçluyorsanız, ortada bir yanlışlık var demektir. Bir kalorifercinin bile, çalıştığı işten dolayı zehirlenmesin diye, yanlış bilmiyorsam günlük yarım litre süt veya yarım kilo yoğurt istihkakı var.

Polisin insan olarak ne hakkı var?

Bu konuları kadrodaki meslektaşlarımıza zaman zaman muhabbet esnasında anlatmaya çalışıyordum ama kadro virüsü kanlarında dolaştığı için, bu anlattıklarımın, yakın zamana kadar, onlar tarafında pek de kabul gördüğünü söyleyemem. Bu 'yakın zaman' dediğim, ab uyum süreci oluyor. Belki de bu sürecin bize (polise) sağladığı birçok yaradan birisi de bu oldu. Yani polisin, kendi asıl görevlerini ve yetkilerini bilmesine ve üstüne lüzum olmayan işlere sürülmesinin engellenmesine az da olsa katkısı oldu.

AB süreci bence şu zaman kadar, hiyerarşi adı altındaki meslek içi hak ihlallerine, 'fedakârlık gerektiren bir meslek masalı' altında polisin köle gibi çalıştırılmasına, üstlerin keyfi muamelelerine vb birçok alışılagelmiş polislik sıkıntılarına karşı polislerin kendi durumlarını yeniden düşünmelerine vesile oldu.

Aklını çalıştıran, okuyan ve dünyada ne gibi yeniliklerin olduğunu merak eden polislerin, uyanmalarına, kendi haklarını öğrenmelerine ve yeri geldiğinde haklarını kendi üstlerine karşı da olsa, aramalarına vesile oldu. Polisin kendini sorgulamasına, 'neler oluyor? Neden böyle oluyor? Bunun daha insanca yapılma yolu yok mu? Polisi yöneticiliğinin, polislik uygulamalarının, polislik mesleğini icra etmenin daha insancıl ve daha medeni yolları yok mu?' gibi sorular sormaya başlamasına vesile oldu.

Kısacası, aklını çalıştırabilen, beynini nezarethanenin dört duvarı arasına sıkıştırmadan geniş düşünebilen polislerin uyanmasına vesile oldu. Polis teşkilatının daha insancıl hale gelmesine bir kapı araladı ve artık o kapı iyice açılmaya başladı. Tabii bütün bunlar benim düşüncelerim, benim görebildiklerim. Elbette ki farklı düşünenler olacaktır. Bunları söylerken de; yanlış anlaşılmasın, kadroda canla başla çalışmasınlar demiyorum. Bunu kimse de söyleyemez. Bir iki yıl içinde belki ben de kadroya çıkacağım ve hatta belki de o arkadaşlarımdan daha da fazla kendimi kaptıracağım. Onu şu an bilemem. Fakat odunu keserken baltayı bilemeye de zaman ayıralım diyorum.

Hikâyeyi bilirsiniz; akşama kadar odun kesen iki arkadaştan birisi, durmadan dinlenmeden akşama kadar balta sallamış. Diğeri de zaman zaman oturup dinlenmiş, yemek yiyerek güç toplamış, bu molalar esnasında baltasını bilemiş ve çalışmaya devam etmiş. Akşam olup, kestikleri ağaçları saydıklarında, dinlenen adamın, harala gürele çalışandan daha çok ağaç kestiği ve kendini daha az yıpratmış olduğu ortaya çıkar. Mesleğimiz önemli ama ailemizi ihmal edecek kadar, mide kanseri olacak kadar vb. şekilde kendimizi yıpratmamaya dikkat edelim diyorum.

Hangi meslekte insanlar, çocuklarının doğumuna, babasının ölümüne, anasının hastalığına, bayramlara vb. gidememeyi normal sayıyorlar? Bu durumları doğal saymak, insanlık duygularından bazılarının öldüğünü gösteriyor olabilir mi? tekrar söylüyorum; ben kadro yüzü görmediğim için pek bilmiyorum ama kadrocu arkadaşların anlattıkları bazı amir ve müdürler var. Arkadaşlar, bu insanların polislik adına astlarına yaptıklarını anlattıkça, inanın içime sindiremiyorum. Kendi emri altındakilere bunları yapanlar, değil amir/müdür, insan bile olamazlar diyorum.

Bu davranışların neler olduğu konusuna burada girmeyeceğim. Çünkü eminim ki bu yazıyı okuma zahmetini gösterenlerin bu konularda benden çok daha fazla tecrübeleri ve bilgileri vardır. Birçok kadrocudan duyduğum şu ortak sözleri aktarmak istiyorum: 'bizim mesleğimiz gibi, kendi teşkilat mensubunu ezen, insan yerine koymayan, insani haklarını bile gasp eden başka bir teşkilat yoktur bu memlekette de dünyada da. Ben o sıkıntıları yaşamadığım halde, arkadaşlarımın halini gördükçe inanın çıldıracak gibi oluyorum. daha çok söyleyecek şey var ama..........

Son söz olarak en vahimini de söylemek istiyorum; Bunca sıkıntıya rağmen, kadroda çalışan bizler, tüm bu olanları mecburen kanıksamışız adeta. Artık polise yapılan haksızlıklar hakkında konuşmayı bile lüzumsuz görüyoruz. Böyle çalışmayı kabul etmiş bir hali var birçoğumuzun. Hani psikolojide 'öğrenilmiş çaresizlik' diye bir şey vardır ya. İşte ona tutulmuş birçok meslektaşımız.

22 Şubat 2010 Pazartesi

EMEKLİ BİR EMNİYET MÜDÜRÜ’NÜN HATIRALARI


EMEKLİ BİR EMNİYET MÜDÜRÜ’NÜN HATIRALARI

“Bu hatıralar Moritanya’da Emekli bir Emniyet Müdürü’ne aittir. Kişiler ve Olayların bazıları daha akıcı olsun diye isimler Türkçeleştirilmiştir. Gerçek kişi, zaman ve olaylarla hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. Tercümeden kaynaklanan cümle kurguları ve imla hataları için kusura bakmayınız.”


Kısa bir süre oldu emekli olalı. Ne kadar da çabuk geçmiş zaman. Otuz küsur sene dile kolay. Büyük ümitlerle başlamıştık mesleğimize. Tam 180 ateş parçası. Vatan için canını vermeye hazır, gözünü budaktan esirgemeyen tam 180 kişi. Dağılmıştık bir anda ülkenin dört bir tarafına. Büyük ve de önemli adamlardık. Ülkemizin asayişi için vardık. Gecemizi gündüzümüze katıyor, o operasyondan bu operasyona, o faili meçhulden diğerine…

Bende orta ölçekli bir kente tayin olmuştum. Karakolda başlamıştım ilk görevime. Kısa bir süre sonra asayiş şubeye verildim. Önce hırsızlık büroda çalışmaya başladım. Artık gecem ve gündüzüm birbirine karışmıştı. Uykum son derece azalmış, devamlı çalışmaya, koşturmaya başlamıştım. Hafta içi, hafta sonu farkı yoktu artık benim için. İzin mi? Senede 20 gün iznimin bazen hepsini bile kullanamıyordum. Hafta da bir gün de olsa izin kullanma sansım bile yoktu. Her bayram annem- babam gelirdi aklıma. Ama herkes bayram yaparken biz çalışmak zorundaydık. Hatta herkes rahat bayram geçirsin diye, bizlere ek görev bile çıkıyordu. Varsın olsun biz bu ülke için son derece önemli idik ve bu ‘fedakârlığı’ birilerinin yapması gerekiyordu. Bazen çok yorulduğumu hissederdim. Nedense maç veya konser görevleri hep de bu zamanlara tekabül ederdi. Onca sorgunun, koşuşturmanın üstüne birde bu ek görevler hayatımı bazen oldukça zorlaştırıyordu. Toplantılar, konserler, sınavlar…

Evlendim. Birde oğlum oldu. Artık 3 kişi olmuştuk. Bense hırsızlık bürosu sonrası, cinayet bürosunda görevlendirilmiştim. Tempo hiç düşmüyordu.’Fedakârlık’ gerektiriyordu bu işler. Birilerinin yapması lazımdı. Bu duyguyla kendimize verdiğimiz değer bir kat daha artıyor, bununla gurur duyuyorduk. Bu arada çok yoğun is temposundan dolayı evime, esime ve oğluma da yeterince zaman ayıramıyordum. Hatta kendime bile. Çok istiyordum yüzmeyi, spor yapmasını ama vakit nerde… Bir seferinde kıracağım bu şeytanın bacağını diyip atladım havuza. Ama bin pişman oldum. Telsiz, telefon derken birde şube müdüründen okkalı bir fırça yedim. Adam avazı çıktığı kadar bağırıyordu.’Ne isin var senin havuzda…’ o gün anlamıştım biz polislerin bir kaç saat bile olsa kendilerine ayıracakları zamanı olamazdı. Hele çocukluk arkadaşım Doktor Mehmet ve öğretmen Haluk’u ailece yemeğe davet ettiğim aksam aklımdan hiç çıkmaz.

O gece üç eski kafadar ailece, tesadüfen de olsa aynı kent’te olmanın tadını çıkaralım diye bizim evde bir araya gelmiştik. Hanımlar, çocuklar, beyler hep beraber yemek yedik, kahvelerimizi yudumlarken bir taraftanda eski günleri yâd ediyorduk. Bir anda telsizde bir cayırtı koptu. Birini silahla vurmuşlar… Şube müdürümüz beni anons etti ve o tok sesiyle ‘Nerdesin?’ diye kükredi. Bende evdeyim diyince son derece sert bir ses tonuyla ‘Çabuk beni ara!’ diye bağırıverdi. Evde sessiz bir gerginlik vardı. Çocuklar bile susmuş bana doğru bakıyordu. Lanet olsun böylesi durumlarda pancar gibi olurum, galiba yine olmuştum. Ellerim titreyerek telefonla müdürümü aradım. Sesini ev halkının duymaması imkânsızdı:

—Ne isin var senin evde? Saat daha 23.30! Sen nasıl amirsin…

Arkadaşlarım ve ev halkı dona- kalmıştı. Kafamı kaldıramıyordum. Esim, oğlum, çocukluk arkadaşlarım, esleri… Herkes ağzı acık bana bakıyordu. Çok mahcup olmuştum. Ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Gayet kotu bir ses tonu ile onlardan izin istedim ve misafirlerimi evde bırakıp ayrıldım… Sabah 05:00 a kadar çalışmıştım ve sabah işlemleri tamamlamak ve şahısları adliyeye çıkarmak için 4 saat sonra tekrar şubeye gelmek zorunda idim. O gün yasadığım mahcubiyeti hala unutamıyorum. O günden sonra bir daha kimseyi davet etmedim evime. Restoranda ailemi bırakıp ayrılmak zorunda olduğum zamanlarda hiç az değildi.

Neyse olur böyle şeyler diye devam ettik yolumuza. Bazen is saatlerimin uzunluğu evdeki huzurumuzu da olumsuz etkiliyordu. Oğluma yeterince zaman ayıramıyordum. O da sık sık bu konuda sitem ediyordu. ‘…ama baba Mehmet ve Haluk amca çocuklarını hep parka, sinemaya götürüyorlar… “Ne’olur BABA ne’olur…” Kocaman oldu kerata şimdi. Ama ‘Ne’olur’ ları hala kulağımda.

Neyse güzel kardeşim zaman geçiyordu. Rütbemiz biraz daha artıyor, etrafımızda olanları biraz daha sorgular hale geliyorduk. Enteresan olan arkadaşlarım doktor Mehmet ve öğretmen Haluk ta devlet memuruydu, bende. Onların mesailerinin bir sonu vardı, bizse… Hele bir seferinde acık öğretim sınavı vardı. Ben ve Haluk aynı okulda görevliydik. Sevinmiştim. Biraz sohbet ederiz demiştim kendi kendime. Sınav sabah 09:30 başlayacaktı. Biz 07:30 da görev aldık, fakat okulda henüz kimse yoktu ve kapıları da acık değildi. Neyse yaklaşık yarım saat veya 45 dak. Sonra hademe esneye esneye okula geldi de çok şükür, o soğukta dışarıda beklemekten kurtulmuş olduk. Ardından mıdır ve sonrasında 08:30 gibi öğretmenler geldiler.

Öğrencileri aradıktan sonra okula aldık ve sınav başladı. Öğlen 12:30 da sınavların bir kısmı bitmişti. Tüm sınavlar ise saat 17 .00 de bitecekti.Bizim Haluk 12:45 gibi merdivenlerde göründü.Ayak ustu bir sohbet ettikten sonra müdürün odasına girdi. Kapı acık olduğu için gayri ihtiyari içeri baktım. Birde ne göreyim. Mudur bizim Haluk’a para veriyordu. Çıkışta ‘Oğlum Haluk ne istir?’ diye sordum O da ‘Emeğimin Karslığı.’ Dedi. Ardından ‘Öğleden sonra görevli değilim. Paramı da aldığıma göre, öğleden sonra hanım ve çocuklarla bir yemeğe giderim.’ Dediğinde kan beynime fışkırmıştı.

Sabah hademeden bile önce gel, tüm gün görevli ol, hatta birde kurye aracını bir saat bekle, sonra avucunu yalaya yalaya don. Haluk’ta devlet memuruydu bende. Haaa sonradan öğrendim ki meğer bizim doktorda maç görevlerinde özel ücret alıyormuş. Bana ‘paramı vermezlerse şurdan şuraya adım atmam’ dediğinde ise nabız atışlarımı 100 metre uzaktaki bir sahsın bile fark etmemesi mümkün değildi.

Ertesi gün büro amirimize bu yaşadığım olaylardan bahsettiğimde aynen “Aslanım güvenlik bizim asli görevimiz.” Demişti ama tatmin olmamıştım. Eğer güvenlik benim asli işimse sınavda öğretmenin asli isiydi. Eğer O’ na emeğinin karşılığı hemen nakit olarak takdim ediliyorsa, bana neden edilmiyordu? Aslında verdikleri para umurumda bile değildi ama kanıma dokunuyordu yasadıklarım. Eğer ikimizde memursak neden aynı muameleyi görmüyorduk. Sonradan öğrendim ki toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde ‘hükümet komiserleri’ diye atanan insanlar bile bedavaya is yapmıyorlarmış. Bu cifte standardın anlamı neydi? Ayrımcılık mı? Sahipsizlik mi? Bastırılmışlık mı? Kimi meslektaşlarım bunu hala ‘Fedakârlık ‘ olarak ifade ediyorlardı ama bence bu iste bir yanlışlık vardı.

Zaman geçmeye devam ediyordu. Ama is bitmek bilmiyordu. Hala yoğun bir tempo, hala gece 2 lere 3 lere kadar çalışıyoruz. Koşturuyoruz. Oğlum yanımda ama benden uzak büyümeye devam ediyordu. Esimle zaman zaman tartışmalarımız devam ediyordu. Konu yine aynıydı. Eve ve çocuklara yeterli ilgiyi gösteremiyordum. Ama halime şükür ediyordum. Her şeye rağmen esim ve çocuklarım yanımdaydı. Ya arkadaşlarımın yasadıklarını bende yasasaydım. Esim çocukları alıp gitseydi. Yeter artık deseydi. Şükür diyordum kendi kendime…

Bazen polisleri hayaletle savaşan insanlar olarak görüyordum. Aynı bir bilgisayar oyununa benzetiyordum. Biz vuruyoruz ama o aynen hiç vurulmamış gibi karsımıza çıkıyordu. Evet biz işlem yapıyorduk, adam benimle beraber adliyeden çıkıyordu. Biz aynı adamı tekrar yakalayıp işlem yapıyorduk ama o yine dışarı çıkıp aynı şeyleri tekrar yapmaya devam ediyordu. Kısır bir döngü diye düşünüyordum. Olaylar artıyordu. Arttıkça emniyet müdürü şube müdürünü, şube müdürü de bizi sıkıştırıyordu. Biz alıyorduk adliye çoğu zaman bırakıyor, bazen kısa bir sure içeri atıyor. Sonra adam çıkıyor, aynı isi yine yapıyor müdürler birbirini sıkıştırıyor, sonra tekrar aynı hikaye kısır döngü gibi geliyordu.

Olan zavallı vatandaşa ve bize oluyordu.Olan güzel Mogadişu’muz un huzuruna oluyordu.Sistem böyle işlediği taktirde içerden çıkanlar , daha büyük islere koyuluyor , olay bu kısır döngü içerisinde devam ediyordu.Ama göz önünde polis olduğu için sanki bu döngünün müsebbibi polismiş gibi herkes bizi suçluyor, herkes bilinçli veya bilinçsiz bir şeyler söylüyordu..Birinin onlara kalkıp ‘olayın aslı bu…’ demesi lazımdı.Ama nedense bize aslan kesilen büyüklerimiz , is bu konuya gelince suskun kalıyordu. Nasıl adlandırmak lazımdı bu konuyu.’Korku?’ ‘Kavrayış eksikliği?’ ‘kendini ifade etme kabiliyeti eksikliği?’ Bilemiyordum.

Moritanya Polisi ‘şamar oğlanı’ olmuştu. Bilen bilmeyen. Anlayan anlamayan. Herkes kendince bir yorum yapıyordu. Acımasızca polisi eleştiriyordu. Oysa biz evimizin yolunu unutmuştuk, oysa biz ailemizi unutmuştuk.’Fedakârca’ hiç bir memurun çalışmadığı kadar çok çalışıyorduk. Hafta içi, hafta sonu demeden, bayram seyran demeden… Hem de öğretmenler, doktorlar… Gibi ekstralarda ücret bile talep etmiyorduk. Güvenlik bizim asli isimizdi. Ama neden ama neden…

Olay sadece bu kadar da değildi. Beraber görev yaptığımız savcılar sanki açığımızı arıyormuş gibi hareket ediyorlardı. Sanki biz suçlularla, savcılarsa bizlerle savaşıyordu. En ufak bir konuda soruşturma açmakla tehdit ediyor, çoğu zaman ise hemen açıyorlardı. Devletin aynı isle görevlendirdiği bir kurum diğerine neden böyle davranıyordu. Savcı her seferinde karşısında amir mi varmış, müdür mü fark etmez. Acıyordu ağzını yumuyordu gözünü. Gözümüzde büyüttüğümüz müdürlük makamı, bu olanlardan sonra aslında o kadar da büyük gelmiyordu. Ama bir turlu ne bir araya gelip çözüm amaçlı konuşabiliyorduk, nede “Ey halk bu işin aslı böyle değil…” diye bir açıklama yapılıyordu.

Ne itibar kalmıştı ne yaptığımız işten tat alıyorduk. Oysa ne umutlarla girmiştik. Polis kolejine. Akademiden mezun olurken ne kadar da idealisttik… Herkeste bir bezginlik, herkeste bir ümitsizlik baş göstermişti. Oysa olayı bu noktaya getirmek ne kadarda tehlikeliydi. Sokaklarda devlet hâkimiyetinden bahsetmek abesle iştigal gibi gelmeye başlamıştı. Güpegündüz maskeli adamlar silahlı soygun yapıyor, yolda yürüyen insanlar kaçırılarak tecavüze uğruyor, insanlar geceleri evlerinde uyuyamaz hale geliyordu. Bazen acaba bütün bunlar kasıtlımı yapılıyor diye aklıma gelmiyor değildi. Ama neylersin ki herkes gibi türbinlerden, boyumuz yettiğince sahanın geneline bakmaya çalışıyorduk.

Hele şu tayin olayı yok mu, artık ev taşıma olayı kâbusum olmuştu. Her seferinde yeniden ev bul, pahalıydı, ucuzdu, çocuğun okulu, eşyalar kırılır… Sadece iller arası tayin değil bazen en olmadık zamanlarda ilçeye tayin yazısını masanda bulursun. Hemen çocuğun bir kez daha gözünün önüne gelir. Gariban çocuk kaç okul değiştirdi kim bilir. Ama ilkokulu 3. okulda bitirmişti galiba. Hatta yurtdışında bulunmuş bir arkadaşım oradaki polislerle konusunca bu tayin olayını bir turlu anlatamamış. Adamlar her seferinde bir soru sormuşlar:’Esin eski görev yerinde mi kalıyor?’ ‘Ya çocuğun, okul? eşyalar?’ sorular hiç bitmiyormuş.En sonundaki soru ise çok anlamlı ‘Peki bütün bunlara ne gerek var?’Tabi anlamak lazım adamları.Karıncaya fili tarif etmek zor istir…

Çok istemiştim yurtdışına görevli olarak gidebilmeyi hem maddi olarak rahatlayacaktım, hem de oraları da görmüş olacaktım. Fakat nasip değilmiş. Giden çok arkadaşımız olmuştu. Özellikle devrem Doğan’ın anlattıkları çok ilgimi çekiyordu. Akıllı çocuktu Doğan… Hem okuma alışkanlığı hat safhadaydı, hem de etrafını çok iyi gözlemliyordu. Hatırladığım kadarıyla misyonda birçok farklı kuruma ait personel olduğundan, fakat en az itibar gören kurumunsa teşkilat mensuplarımızın olduğundan fazlasıyla bahsederdi.’Kendi kurumumuzla diğer kurumları kıyaslayınca, Moritanya da ki teşkilatımıza ait itibar ayaklar altında’ derdi.

Ardından eklerdi ‘Biz kullanılıyoruz aslanım, iliklerimize kadar sömürülüyoruz.Bize yaptırdıkları mesaiyi diğer hiç bir kurum yapmaz iken,onlara tonlarca maaş veriyor bizlerse, 3 kurusa bekçilik yapıyoruz.Birde polise omuz üstünden bakmıyorlar mı.İşte adamı en çok rahatsız eden konuda bu yiğidim.Bizler yaptığımız isin adını ‘fedakarlık’ koymuşuz ama,bunun ne işveren farkında nede diğerleri.Bizi Kandırıyorlar aslanım!!!’ deyisi hep aklımdadır.Kimi arkadaşlarımız ‘Hadi canım sende’ derken, bense zaman içerisinde Doğan’ın ne kadar haklı olduğunu fark ettim.

Mesleğin üst kademelerine yükseldiğimde, aldığım maaşla oturduğum makam arasında büyük bir uçurum olduğunu düşünmeye başlamıştım ki, zaman beni haksız çıkardı. Evet, aslında oturduğumuz makamlarda o kadar büyük ve de önemli yerler değilmiş. Bunu devrem Salih’in Ahmet’in ve ya Aydın’ın görevden alındıkları zaman anlamıştım. Bizlerin meslek hayatı boyunca ideal edindiği, ‘Bir gün bizde o makamlara gelir miyiz?’diye düşündüğü, oralara gelebilmek için 25-30 senemizi verdiğimiz makamlar,10 dakika içerisinde hazırlanmış 3-4 satırlık yazı ile son bulabiliyordu. Hem de en basit, en anlamsız sebeplerle. Çoğu zaman ise diyet niyetiyle…

Simdi sorarım kendime ’Bu kadar kolay elinden alınabilecek bir şey insanın gayesi olabilir mi? Ya da Bir omur boyunca hiç bir fedakârlıktan kaçınmadan, gecemizi gündüzümüze katarak, evimizi ailemizi bile uğrunda ihmal ettiğimiz amacımız, birkaç dakika içerisinde bitirilecek kadar basit olabilirimi?’

Evet olmuştu. Devrelerimin basına gelen olaylardan sonra, geçte olsa böyle düşünmeye başlamıştım. Birkaç kişi bir şeyler anlatmaya calışsada, onlarıda susturmak çok kolay olmuştu. Yine biz suçlu olmuştuk. Yine biz itilip kakılıyorduk. Konuşması gerekenlerin dizleri titrer olmuştu. Nutku tutulmuştu. Varsa yoksa oturdukları konforlu koltuk ve odaları… Sanki onlar sorumlu değildi de başkaları yapacaktı bu isleri vesselam…

Neyse kardeşim söylenecek çok söz var. Ama sen doğru bildiğinden şaşma, çalış azimli ol ama kendine de ailene de zaman ayır. Her zaman insanca çalış, insanca yasa ve bunların seninde hakkın olduğunu hiç çekinmeden her fırsatta söyle. Sen köle değilsin. Yılda 1826 değil. Herkese seninde insan olduğunu bir kez daha haykır. Korkma. Tarih 2007 de. Ama söylediğin adam 1970 de kaldıysa bırak oda orda kalmaya devam etsin. Bırak içinde olduğu çukurda herkese tepeden bakmaya devam etsin.

Ben simdi donup geriye baktığımda,anlamsız koşuşturma içerisinde kaybettiğim gençliğimi,kendime ve aileme verdiğim ızdırabı, oğlumun ‘Hadi ne’olur baba’ deyişini, birde devrem Doğan’ın ‘Bizi kullanıyorlar aslanım!!!’ diye bağırması aklımdan hiç çıkmıyor. Bizler bir şeyleri değiştiremedik. O ufka ve anlayışa sahip değildik. Umarım sizler değişimin adı olursunuz. Hem kendiniz hem de bu ülke için. Kalın sağlıcakla…